Sebahattin YÜCETAŞ

Hekimliği ile 47 yıldır şifa dağıtan eller, son 10 yıldır yaptığı resimler ile tablolara hayat veriyor. Kapu Cami kunduracı esnafından Ali Yücetaş'ın oğlu Sebahattin Yücetaş'ın yaşam öyküsü...

Konya’nın meşhur ve meçhul yüzleri

 

Dr. Sabahattin Yücetaş

 

Hazırlayan: Uğur ÖZTEKE

Konuğumuz Doktor Sabahattin Yücetaş, babasının ekmek parası için gittiği Bozhüyük’te 3 Mayıs 1936 günü dünyaya gelir. Minik Sabahattin, Ali ve Fatma Yücetaş çiftinin dördüncü çocuğudur. Baba Ali Yücetaş kunduracılık yaparak geçimini sağlamaktadır. Kundura tamirciliği yaptığı, ekmek teknesi olan dükkânı ise Kapı Camii’nin batı kapısına bakan köşededir.

 

SİLLELİ HÜRDESİN ALİ’NİN OĞLU

 

Konuğumuz Sabahattin Yücetaş aslen Silleli’dir. Silleliler o zamanlar lakapları ile anılmaktadır ve babası da Hürdes’in Ali diye tanınmaktadır. Bu lakabın hikâyesini ise konuğumuzdan dinleyelim:

Dedemin annesinin adı Firdevs imiş ama bu Firdevs zamanla Hürdes olmuş. Sillelilerde biliyorsunuz lakap kullanmak yaygındır. Babama da Hürdes’ in Ali derlerdi. Sillelilerin mesleği bilindiği gibi çanak, çömlek, kiremit ve künkçülüktür.

 

BOZHÜYÜK’TE  KURULAN FABRİKA

 

Bir zamanlar babamda bu işi yapmış; Silleden çıkmış Konya’da yapmış; Konya’dan çıkmış yabana gitmiş. Yaban, Sillelilerde Konya dışı demek. Babam Konya’dan da çıkmış Bilecik’in Bozhüyük ilçesine gitmiş. Ben de babam Bozhüyük’te iken dünyaya gelmişim. Ve iki yaşıma kadar burada kalmışız. İki yaşımda iken tekrar babamlar oraları bırakıp Konya’ya dönmüş. Babam Konya’dan çıktığı zaman Bozhüyük’e gidip arazi almış. Burası bugün de durur. Şöyle ki: İstanbul yolu üzerinde Hüyük diye bilinen tepenin üzerinde bir ev var, sağ tarafında da Jandarma Komutanlığı binası… Bu binanın bulunduğu arsa babamınmış… Babam bu araziyi o zamanlar almış ve burada tuğla fabrikası kurmuş.

 

ALTINÇEŞME İLKOKULUNUN ORAYA YERLEŞTİK

 

Babamlar Bozhüyük’ten dönünce Altınçeşme İlkokulu’nun orada bulunan evimize yerleştik. Ama ben ilkokul çağına geldiğim zaman Gazi İlkokulu’na gittim. Daha sonra Altınçeşme İlkokulu’na geldim. Burada öğretmenim Ferdana Çakır idi. O günleri hala büyük bir özlemle anıyorum. Çocukluğumuzda mahallemizde envai çeşit oyunlar oynardık, onlarla büyüdük. Köşe kapmacalar, hotiç, uzuneşekler, akşam olup hava kararıncaya kadar sokaklarda oynardık.

 

Ne zaman babam köşeden görünür, koşar hemen ayaklarımızı yıkar ve hiç sokağa çıkmamış gibi babamızı karşılardık. Bizim evde dedem, nenem, büyük abim, büyük abimin hanımı, küçük abim, küçük abimin hanımı, onların çocukları… Yani yaklaşık 15 kişi filan bir aradaydık. Yer sofrasına on beş kişi birden oturur, tek tabağa hepimiz birden kaşık sallardık. Ama o kalabalıkta hiç kimse mutsuz değildi. Yardımlaşma aile hayatı mutluluğumuz had safhada idi. İlkokulu bitirdikten sonra bir yıllığına bu kez de ailecek Söğüt’e gittik. Ortaokulun birinci sınıfını burada okuduktan sonra ikinci sınıfta Karma Ortaokulu’na döndüm.

 

‘HERİFİN BİRİ DEĞİL ADAMIN BİRİSİ DİYECEKSİN’

 

İlkokul birinci sınıf öğrencisi idik, öğretmenimiz Ferdane Çakır hepimizi tek tek tahtaya kaldırıp bir hikâye anlattırıyordu. O gün de öğretmenimiz tahtaya beni kaldırmıştı. Ben tahtada hikâyeyi anlatırken ‘herifin biri’ dedim.  Daha henüz yedi yaşında idim ben böyle deyince öğretmenimiz hemen beni ikaz edip ‘Sabahattin herif denmez adam denir’ dedi o anda çok utandım tabii ama bu benim son herif demem oldu.

 

EFENDİM DEMEYİNCE BABAM TOKAT ATMIŞTI

 

Küçükken fırsat buldukça babamın dükkânına gider gelirdim. Bir gün yine babamın dükkânına gitmiştim. Bir ara tam dükkândan çıkıyordum ki kapının ağzında babam içerden bana seslendi ben de ‘haaaa’ dedim. Babam beni yanına çağırdı ve tokadı suratıma patlattı ‘Bir daha sana seslenildiği zaman haaa demeyeceksin efendim diyeceksin’ dedi. Bu da benim son ‘haaa’ deyişim oldu.

 

DÖRT KARDEŞİN EN KÜÇÜĞÜ BENDİM

 

Biz dört kardeşiz, en büyüğümüz rahmetli Ahmet Yücetaş idi. Makine tamircisiydi…

Daha sonra Belediye müteahhitliği filan yaptı. Ondan sonraki abimiz Mustafa Yücetaş. O da müteahhitti. Aydınlıkevler’de Yücetaş sitelerini yaptırdı kooperatif olarak ama bir süre sonra ev sahibi olmak isteyenler evlerinin paralarını ödeyemediler… Abim onların evlerini tek tek tamamladı ve onlara evlerini verdi… Onlar da daha sonra abime evlerinin paralarını ödediler. Daha sonra Aydınlıkevler’de Yücetaş Mahallesi diye bizim soyadımızı bir mahalleye verdiler. Üçüncü kardeşimiz Fatma ve ondan sonra da ailenin en küçük çocuğu benim.

 

ORTAOKULU İFTİHARLA BİTİRDİM

 

Ortaokul ikinci sınıfı okumak için Konya’ya geldiğimiz zaman Karma Ortaokulu’na kayıt oldum. Ortaokulda da başarılı bir öğrenci idim. Derslerim çok iyi idi. Ortaokulu hep iftiharla geçtim. Müdürümüz İsmail Çörüş idi. O zamanlar Konya’da vasıta yoktu, yollar sessiz ve sakindi.

 

LİSE DÖRT YILA ÇIKTI

 

Ortaokuldan sonra Erkek Lisesi’ne gittim. Bizim liseye kayıt olduğumuz yıl lise eğitimi üç yıldan dört yıla çıktı. Matematik öğretmenimiz Faik Uğur, Türkçe öğretmenimiz Fehime, Tarih öğretmenimiz Ömer Bey, fizik öğretmenimiz Hüseyin Köroğlu, Beden Eğitimi öğretmeni Sabahattin Şenyurt idi. Lisede de  hiç sene kaybetmeden başarılı bir öğrenci olarak mezun oldum. Fen derslerim ise hep pekiyi idi. 1955 yılında derece ile Konya Lisesi’ni bitirdim.

 

AMA ANNEM DİŞÇİ OLMAMI İSTİYORDU

 

Liseden sonra girdiğim üniversite imtihanlarında Ankara Tıp Fakültesi’ni kazandım ve hemen kaydımı yaptırdım. Ama annem benim diş hekimi olmamı istiyordu. Annemin isteği üzerine İstanbul Diş Tabipliği imtihanlarına girdim; ama hala bilemiyorum ne yaptım orada buranın imtihanını kazanamadım. İmtihan için gittiğim zaman İstanbul’u ve denizi ilk defa görüyordum.

 

FAKİR BİR AİLENİN ÇOCUĞU İDİM

 

Ankara’ya geldiğim zaman bu ilk Başkente gelişimdi. Ama o zaman Ankara bana o kadar güzel görünmüş adeta beni büyülemişti… Burayı hayal dahi edemiyordum. Sinemalar, Kızılay Meydanı, Devlet Tiyatrosu çok çok güzeldi. Ama benim gibi tıp okuyan öğrencilerin bunlardan faydalanması çok zordu. Çünkü derslerimiz diğer üniversite öğrencilerine göre çok ağırdı, her ay birkaç vize alabilmek için koştururduk; zaten aile olarak fakir bir ailenin çocuğu idim. Sene kaybedecek lüksüm dahi yoktu. Bizim bir an önce okuyarak tıp fakültesinden mezun olmamız lazımdı ve bir an önce hayata atılmalıydım.

 

KADINLARIN HAMAMDA SÖYLEDİĞİ GÜZEL ŞARKILAR İLE UYANDIM

 

Ankara’ya ilk gidişimde Ulus’ta Avrupa Oteli’nde kaldık. Konyalılar yurdunda yer bulamamıştık. 4 yataklı bir odada kalıyorduk. Her gece odaya yeni müşteriler geliyordu. Bir gece burada hiç unutamadığım bir olay oldu. Gecenin bir yanında odada kalan müşterilerden biri beni dürterek uyandırdı bana ‘Kalk kalk sen doktorsun değil mi?’ dedi. Beni lavaboya götürdü, yüzünün neresini çekiştirirse adam çok fena bir şekilde geniriyordu. Yanağını çekiştiriyor geniriyor boynunu çekiştiriyor geniriyordu. Sonra dönüp bana dedi ki ‘söyle bana benim hastalığım ne?’ O anda tabii kendisine hiç bir şey diyememiştim.

 

Yıllar sonra Konya’dayım, bir gün muayenehanemde oturuyordum. Çok şık bir bayan ve yanında eşi ile içeriye girdiler. Kadıncağız arada bir geniriyordu ben kadına ‘Hanım efendi bakın çok zarif bir bayansınız ama bu çıkardığınız sesler size hiç yakışmıyor’ filan dedim. Kadın hemen kendini savundu ‘Doktor bey ben hastayım bunda yapacağım bir şey yok’ dedi. Kadına bu kez bağırdım ‘Hadi canım sizde bu hastalık filan değil siz kendiniz bunu bile bile yapıyorsunuz’ dedim. Kadın tekrar ‘hastayım’ deyince ona bu kez daha sert bir şekilde kızarak ‘Bu mimik gibi bir tür hastalık’ dedim.

 

Neyse kadına o gün ne yazdığımı bilmiyorum ama 15 gün sonra kadın kocası ile girdi, boynuma sarıldı. Hastalıktan yani genirmekten kurtulmuştu. Bizim zamanınızda fakültede siyaset filan yoktu. Zaten tüm tıp öğrencileri her ay bir kaç vize alabilmek için hocaların peşinde koşardık. İlk yıl otelde kaldıktan sonra ikinci yıl Cebeci’de Seyhan hamamının üstünde pansiyona çıktım. Beş yıl bu pansiyonda kaldım. Abilerimin gönderdikleri harçlıklarla okudum. Bu arada o beş yıl da aşağıdaki kadınlar hamamından kadınların sabah sabah hamamda söylediği şarkılarla uyanıyordum’ (derken Sabahattin bey keyifli bir kahkaha atıyordu). 1961 yılında tıp fakültesinde hiç sene kaybetmeden okulu bitirdim

 

1961’DEN 1963 YILINA KADAR HÜKÜMET TABİPLİĞİ YAPTIM

Okuldan sonra Konya’ya geldim, 6 ay Konya Devlet Hastanesi’nde tecrübe kazanırken 1961’den 1963’e kadar da hükümet tabipliği yaptım. Dâhiliye servisinde çalıştım. Ömer Faruk Pekcan ile iki doktor olarak Konya’da tüm ölüm, adli vaka, muayene ne varsa hepsine biz gittik. İki sene burada çok yoğun çalıştım. Ama bu arada da tabii doktorluğumuzu pekiştirdik, pek çok şey öğrendik.

 

VATANİ GÖREV İÇİN ÖNCE İZMİR DAHA SONRA ERZURUM’A GİTTİM

 

1964-1965’te önce yedek subay ve ardından kıta hizmeti için vatani görevimi yapmak üzere Konya’dan ayrıldım. Ama yedek subaylık okulu 3 aydı, biz girdik altı ay oldu, kıta hizmeti 1.5 yıldı, biz girdik kıta hizmeti 2 seneye çıktı. İzmir’de yedek subay okulunda idim. Kıta hizmeti için Erzurum’a gidecektim. İzmir’de tabakhaneden trene bindiğim Mayıs ayında çiçekler açmıştı… Üç gün üç gece trenle İzmir’den Erzurum’a gittikten sonra Erzurum’a indim. Erzurum’da o zaman yerde 50 santim kar vardı. Erzurum’da Palandöken dağının eteğinde 170. Topçu Taburu’nda doktor olarak göreve başladık.

 

Bir albayımız vardı oraya ilk giden doktor benmişim. Hatta albay beni görünce ‘Allah Allah nasıl oldu da buraya bir doktor gönderdiler’ demişti.  Pasinler’den Hasankale’ye gittim. Hasankale Erzurum’a 40 kilometre uzaklıkta idi. Burada da tabur komutanımız olan Yarbaya çıktım. ‘Komutanım buraya bir ecza dolabı alayım. Her gün iki üç cemse asker Erzurum’a gidip geliyor yazık oluyor’ dedim. O da ‘tümen komutanlığında baştabip var ona söyleyeyim’ dedi. Baştabip o doktor, o zaman da fazla ilaç yazar diyerek kabul etmemiş. O zaman bizim komutan da ‘Sabahattin bir tek ilaç fazla yazarsa ben ödeyeceğim’ demiş ve baştabip bunun üzerine kabul etmiş.

 

ALDIĞIM İLK MUAYENE ÜCRETİ

 

Hekimlik hayatım boyunca hiç paranın arkasında koşmadım. Ben gerekeni yaptıktan sonra daima para kendiliğinden gelmiştir. Ama bazı istisnalar da pek çok kereler başıma geldi 170. Topçu Taburu Tabibi olarak ve teğmen rütbesi ile Hasankale’de şimdiki adı ile Pasinler’de yedek subaylığımı yapıyordum. 1963 yılındayız, bir gün tabura birkaç kişi geldi. Hastaları varmış bana eve gitmemiz gerektiğini söylediler. Ben de onlara “gidin önce tabur komutanından izin alın” dedim. Komutan izin verdi elimize çantamızı aldık adamlarla beraber zaten bir dağın eteklerinde ve yamacında olan Hasankale’nin yokuşlarını tırmandık. Bir hayli gittikten sonra hastanın evine geldik, geçmiş gün neyse gerekeni yaparak reçetesini yazdık. Geçmiş olsun dedikten sonra hasta yakını doktor bey sağ ol diyerek elime para kıstırdılar. Bu benim ilk ev hastamdı, avucuma verilen para ne kadardı diye bakamadım. O günün parası ile bana 10 lira vermeleri lazımdı. Parayı elimde sımsıkı tutarak tabura geldim avucumu açarak paraya bir de baktım ki beş lira, üzüldüm. Ama ilk defa hekim olarak bir hastaya gitmenin zevki ile parayı çabucak unuttum.

 

1965 YILINDA İHTİSASA BAŞLADIM

 

1965’te ihtisasa başladık.1968’e kadar da Ankara Numune Hastanesi’nde Üroloji servisinde Dr. Şemsi Özdilek’in yanında çalıştım. Konya Devlet Hastanesi ihtisas önü hastanesi idi… Hariciye servisinde rahmetli Ahmet Sait Uğurlu’nun yanında çalıştım. 6 ay sonra buradaki Doktor Vahdi Özdoğan rahatsızlandı ve gitti. Ben daha sonra Ankara’ya gittim.

 

‘TIP TEKMESİ’Nİ BU KEZ ANNEM YEMİŞTİ

 

Numune Hastanesi üroloji servisinde kıdemli asistan idim. 1967 yılındaydık. Günde 15 saat çalıştığımız, her gün 10 hastanın yatırılıp tetkiklerinin bizzat tarafımızdan yapılıp ameliyata hazırlandığı, on hastanın da çıkışının yapılıp gün aşırı da on hastanın da ameliyatının yapıldığı bir çalışma temposu içerisinde olduğumuz günlerdeydi. Annemler de Ankara’ya gelmişlerdi; annemin birçok rahatsızlığı vardı ve ben oğlu doktor olarak ona hiçbir şey yapamıyordum. Dâhili şef muavini Nihal hanıma annemin durumunu aktardım, “ getir yatıralım tetkiklerini biz de yaparız” dedi. Bundan iyi fırsat olamazdı ertesi gün annemi Nihal hanımın servisine yatırdım… Nihal hanıma annemin özellikle penisilin, karaciğer hülasalarına karşı alerjisi olduğunu tembih ettiğim gibi tabela ve müşahede kağıtlarına da kırmızı kalemle bu alerjileri işaret ettik. Annem de oğlunun doktorluğu sayesinde “tetkik ve tedavi oluyorum” diye büyük bir memnuniyet içerisinde günlerini geçiriyordu.

 

O gün bir ameliyat günümüzdü, beş tane ameliyat olacak vaka vardı ve benim patronum Allah rahmet eylesin Suat abinin dışarıda mutlaka gitmesi gereken bir işi çıkmıştı. Gerçekten bana güvendiğini ve artık bu işi yapabileceğime o gün şahit olduğum bir durum ortaya çıktı. Bana “Sabahattin benim işim çıktı bugünkü ameliyatları sen yapacaksın” dedi ve gitti. Ben tam anlamı ile şoke olmuştum, o zamana kadar da çok ameliyat yapmıştım ama başımızda pek çok şef bulunmuştu. Hemen kendimi toparlayarak “tamam abicim sen hiç merak etme” dedim. Hakikaten enfes bir şekilde dört ameliyat yaptım, beşinci hastayı beklerken hastaları getirip götüren Hasan ağa gelip ‘Doktor bey bu hastanın kanı bulunamamış buna rağmen getireyim mi?’ diye sordu. O şevk ve heyecan içerisinde ‘Al getir de Hasan ağa onu da kansız yapalım’ derken “dur bir de öbür masada çalışan İsmet abimize soralım” diye onu beklettim. İsmet abi “beni dinlersen hastayı kansız alma bakarsın bir ters durum olur” dedi. Ben de “peki” diyerek Hasan ağaya hastayı getirmemesini söyledim. Soyunarak servise indim, hastaları kontrole indim…

 

Hepsinin de durumları çok iyi idi, ameliyatları yazmak üzere masaya oturdum, aniden içimde bir sıkıntı ve korkunç bir şekilde annemi görme arzusu doğdu. Hemen elimden kalemi kâğıdı bırakarak annemin yattığı servis kapısına varmıştım ki annemi mosmor bir şekilde ve yarım doğrulmuş bir vaziyette kusarken gördüm.  Servis hemşiresi ise ben gelmeden bir enjeksiyon yapmış ve büyümüş gözlerle kapıya doğru bana doğru geliyordu, hemen hemşirenin elini kavradım. Ve–‘Hayvan bir arkana baksana ne iğnesi yaptın anneme?’diye sordum. ‘Tabelasına bak’ dedim ‘Paernemon yaptım’ dedi demesi ile “çabuk kalsiyon antistin ve de ortçekgel” dedim ve anneme koştum… Annem iyice morarmış nefes almakta zorlanıyordu.

 

Gözleri bir tarafa kaymış, ağzından sallayalar ve kusmuklar geliyordu. Annemi kucakladığım gibi oksijen ujutajı olan bir yatağa taşıdım ve hemen karyolanın üzerine çıkarak anneme bir taratan da sunni yapmaya başladım, kalp masajı da yapıyordum. Avazım çıktığı kadar bağırıyor hemşerinin çabuk olmasını, servis doktorlarının gelmesini istiyordum. Hemşireler de istediğim ilaçlarla geldi, nasıl damarı bulduk ve ilaçları verdik hala inanamıyorum bir taraftan da anneme oksijen veriyordum.

 

Bu arada servisin bütün doktorları da gelmişti, servis şefi İbrahim Bey, Nihal hanım… Herhalde annem biraz düzelmişti, serum takılmıştı, bir sürü daha tedavi yapılıyordu. Neden sonra beni annemin üstünden indirdiler, başka doktor arkadaşlar suni teneffüse devam ediyorlardı. Önce İbrahim hocayı sonra Nihal hanımı yakaladım… Ağzıma ne gelirse söyledim, “ben alerjens ilaçları söyleme rağmen siz buna bakmıyorsunuz” diyordum.  Daha sonra annem düzeldi ve maalesef annemin rahatsızlığı yüzünden yatırdığımız servisimizde annemin hastalığına şifa olamadığımız gibi ölümden döndürmüştük. Biz buna tıpta “tık tekmesi” deriz. Ölüm olmadı ama sıkıntısını çok çektim… Hekimlik hayatım boyunca içimde seneler senesi yorulduğum mesleğimin bütün yorgunluklarına ve mutluluklarına rağmen sağlığına kavuşturduğumuz hastaların mutluluğu ile mutluluğu yakalıyorduk. Bu o kadar güzel bir duygu idi ki anlatmak mümkün değil ancak yaşanır.

 

BURSLA FRANSA’YA GİTTİM

 

Mütehassıs Doktor oldum, Niğde Devlet Hastanesi’ne üroloji mütehassısı… Burada 9 ay çalıştıktan sonra devlet burslu olarak Fransa’ya gittim. Burada 3 ay lisans eğitimi ve tıp eğitimi için kaldım. Fransa’da Academi de Lyon Universitesi Claude Bernard Üroloji Kliniğinde dünyaca ünlü Doktor Jean Cibent’in yanında çalıştım.

 

UNUTAMADIĞIM HASTAM

 

Mütehassıs olarak Niğde’ye yeni geldiğim 1968 senesiydi. Muayenehane, evin dışarıda kapısı olan bir odası vardı. Ayrıca içerden de bir kapı ile evle irtibatlı. Niğde’de henüz yeniyim. Bilen tanıyan yok. Kapının her çalışında hasta mı geldi diye koşuyorum. Fakat ya sütçü veya komşulardan birisi ya da herhangi bir şey soran bir başkası… Yine muayenehanede olduğum bir gündü. Kapı çalındı. Yanımda çalışan çocuk kapıyı açınca bir kadın, nasıl oldu bilmiyorum, yanımda adeta yere düştü.

 

Ne olduğunu anlamak için kadına doğru eğildim. “Hele kalk bakalım hanım nedir derdin?” derken onun ayaklarımı öpmek için yere kapandığını anlayabildim. Arkasından kocası da geldi. Kadını kaldırıp oturttum. Ve neyinin olduğunu anlatmasını istedim. On seneden beri belinin sağ tarafında bir ağrı ve akıntı varmış. Pek çok kere doktora gittiği ve hastaneye yattığı halde bir türlü şifa bulamamış. Yatırdım muayene ettim. Tetkik, tahlil ve ürolojik filmleri çekildi. Teşhis, sağ böbrek tüberküloz nedeniyle piyonefroz olmuş ve vücut dışına fistülüze olmuş. Şimdiye kadar hep dışarı drene etmişler fakat esas hadise yani pyonefroze böbrek hep yerinde kalmış. Hastayı hastaneye yatırdık. Şimdi üzerinden bir hayli zaman geçti. Ama ameliyatını hatırlayınca hala heyecan duyuyorum. Hatırladığım kadarıyla, ameliyata başladıktan iki üç saat sonra böbreğin ancak yarısını yapışıklıklarından temizleyerek serbestleştirebildim. Bu şekilde milim milim ilerlerken narkozcumuz birden hastanın kalbinin durduğunu yani kardiyak arrest olduğunu söyledi. Bu sefer ameliyatı bırakıp kalp masajına geçtim. Kalp tekrar çalıştı. Tansiyon ve kalp tam düzeldikten sonra ameliyata tekrar devam ettim. O anda kendim de kardiyak arrest geçirmiş gibiydim. Ama hastanın muayenehanesindeki hali gözümün önüne gelince ameliyatı yarım bırakmak bana ölümden daha kötü olacak gibi geldi.

 

Sanıyorum dört beş saatin sonunda böbreğin tamamının alınmasıyla bitti. Tam bir nefes alacakken bu sefer de hastanın teneffüsü geri dönmedi. Şimdi çok iyi hatırlıyorum. Tam üç gün hasta rekavaryumda takibimiz altında kaldıktan sonra  her şey düzeldi. Bir hafta sonra şifa ile taburcu oldu. Derdinin tümüyle bittiğini kendisine anlattım. Ama bizim çektiğimiz stres ve üzüntüleri de kendisine aktardım. O hanım kadın -isme Asiye idi- benim Niğde’de kaldığım beş sene süresince en yakın ahbabımız oldu. Sebzeden, meyveden, nesi yetişirse en evvela bana getirdi. Fevkalâde şişmanladığını, beni görünce hep ağlamaklı olduğunu şimdi hayal meyal hatırlıyorum. Sağsan kulağın çınlasın Asiye Hanım...

 

HAYATINI KAYBEDEN KÖYLÜ ÇOCUĞU

 

Altı yedi yaşlarında bir köylü çocuğuydu.  Niğde’de olduğum sıralarda böbrek taşı teşhisi ile servise yatırdım, hazırlık dönemi sırasında serviste yatarken büyüklere nasılsın diye sorarken ona nasılsın diye sormamışım... Kendisinden sonraki hastaya geçince başını hafif öne eğerek bir anlamda kırgın bir ses tonu ile ve fevkalade kaba bir şive ile “bana niye nasılsın diye sormuyorsun?” dedi. Öyle şaşırdık ki hele hele onun sessiz sedasız çocuk halinden böyle bir şey beklemediğimiz için ben dâhil hemşirem ve yanımızda bulunan hastane personeli hatta serviste yatan diğer hastaların bile dikkatini çekmişti. Birden gözümüzde o bed suratına rağmen bu çocuk sevimleşivermişti. Ben hemen “ahhh seni de nasıl da unutmuşum” diye hem sevdim hem de “nasılsın bakalım söyle” dedim. O anda çok mutlu oldu, birden sanki yüzünde güller açıldı… Tekrar tekrar onu severek kendimi affettirmek istercesine durumunu defalarca sordum.

 

Bir salı günü kendisini ameliyata aldık, ameliyat çok güzel geçti çocuğa karşı esas görevimi şimdi yapmıştım. Ertesi gün ona beklediği “nasılsın bakalım” sorusunu soracaktım. Ameliyattan sonra teneffüsü dönmemişti, narkozcumuz o gün akşama kadar en tübe vaziyette suni teneffüse devam etti, akşama doğru teneffüssün dönmesi için her şeyi yapmamıza rağmen çocuğu kaybettik. Bütün dünyam o anda yıkıldı, bu benim meslek hayatımda kaybettiğim ilk hastamdı. 15 gün dünyam karardı, serviste onun yattığı yatağa gelince boynu bükük ve kırgın hali ile “bana niye nasılsın diye sormuyorsun” diyen o sesini hatırlıyor, gözlerimde biriken yaşlarıma mani olamıyordum. O mahzun yüzlü köylü çocuğunu acı ile hatırlarım. Bu belki de hayatını kaybettiği için en önde hatırımdan silinmeden gözümün önüne gelir durur.

 

TAM GÜN YASASI ÇIKINCA

 

Konya’da çalışırken 1981 yılında tam gün yasası çıktı. Ya hastane ya da muayenehane dediler. Biz de 35 doktor bir araya gelerek Konya’nın ilk özel hastanesini kurduk. 1974 yılından 1996’ya kadar bunu çalıştırdık. Daha sonra Belediye Hastanesi’nin inşaat işine başladık, kredi filan aldık ama bunu beceremedik ve belediyeye sattık…

 

KONYA EMNİYET MÜDÜRLÜĞÜNDE 9 YIL ÇALIŞTIM

 

Emekli olalım diye Konya Emniyet Müdürlüğü’ne doktor olarak başladık. 9 sene burada çalıştım. Buradan emekli olduktan 1 gün sonra beni Kızılay Tıp Hastanesi’ne çağırdılar. 2007’ye kadar üroloji uzmanı olarak çalıştım, şimdi de burada hem doktor hem de mesul müdür olarak çalışıyorum.

 

4 YIL TABİP ODASI BAŞKANLIĞI YAPTIM

 

1986 yılından 1990 yılına kadar dört yıl Konya Tabip Odası Başkanı olarak iki dönem görev yaptım. O zamanki yönetimde yer alan arkadaşlarımız ile birlikte göreve gelir gelmez o zamana kadar hiç adı sanı olmayan bu odamızın saygınlığını geliştirdik. Yine bu dönemde Adliye bulvarında sarmaşık isminde tabipler odası lokalini açtık.

 

HASTANEYE İLK ULTROSONU ALDIK

 

Devlet Hastanesi’nde iken 12 sene Konya Hastanesi Kalkındırma ve Güzelleştirme Derneği Başkanlığı yaptım.  Hastaneye ilk ultrasonu ben aldım, dernek parası ile güzel şeyler yaptık.

Yine 15 sene Veremle Savaş Derneği’nin 2. Başkanı olarak görev yapmaktayım. Çalışmalarımızdan dolayı Federasyon tarafından gümüş madalya ve rozet ile taltif edildim.

 

10 SENEDİR RESİM YAPIYORUM

 

Bu yoğun çalışma temposu sırasında bir resim merakım ortaya çıktı, demek ki bu içimdeki bir duygu, bir heyecan imiş. Artık 10 senedir resim yapıyorum. Şu anda yaklaşık olarak 300-500 tablom oldu. Her sene 14 Mart Tıp Bayramı münasebeti ile resim sergisi açıyorum. 2 kişisel iki karma sergi açtım. Bir sene de Mustafa Özkafa Belediye Başkanı iken yaşayan ressamlar sergisine katıldım. Bu heyecanım televizyon seyrederken bir tesadüf eseri ortaya çıktı.  Adamın biri ekranda eli cebimde sulu boyayı üfleyerek resim yapıyordu. Yani sulu boyayı kağıda döküyor ve de kağıdı üflüyordu. Benim de sulu boyalarım vardı hemen onları kağıdın üzerine döktüm ve ben de üflemeye başladım. O anda sanki boyalardan dallar arasında muhabbet kuşu yaptım. Ve bu heyecan sonunda fırçaya döküldü ve bugünlere geldik. Erzurum’da asker iken eşim Nezahat hanım ile tanıştım ve 1964’te evlendim.

 

3 ÇOCUK, DÖRT TORUN

 

Dr. Sabahattin Yücetaş bugün kendisini artık tamamen tıpa ve resme adayan, insanların yardımına koşan bir tecrübe abidesi olarak dimdik aylakta dururken; iki kızı ve bir oğlundan olan 4 torunu ile sağlıklı mutlu huzurlu bir yaşam sürüyor.