Fakültede bir grup arkadaşla Konyalı İstiklal Savaşı gazilerimizden Veysel Turan’ın 107 yaşında Hakk’ın rahmetine kavuştuğu haberi üzerine konuşuyorduk. Buradan gazimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ve milletimize başsağlığı dilerim. Bütün arkadaşlar, araştırıldığında mutlaka kendi ailelerinden ya bir şehidin ya da bir gazinin olabileceği üzerinde durdular. Bu geçmişe yönelik konuşmalar beni çocukluk yıllarıma götürdü. ‘Acaba bizim de yakınlarımızdan şehit ve gazi var mıdır?’ diye düşünürken, evet bizim de bir şehidimizin var olduğunu hatırladım. Bu mevzuda arkadaşlara, anne annemin bize anlattığı hikâyeleri ve okuduğu mısraları nakledince değerli dostlarımızdan birisi, “hocam bunları yazsan iyi olur, yoksa unutulur gider, tarihe bir not düşmüş olursun” dedi. Bunun üzerine ben de bazı anekdotları aktarmak istedim bu yazımda.
Çocukluğumuzda annemin annesi merhum Kezban ninem okuma-yazması olmamasına rağmen sözel aktarım yoluyla da olsa hem dini bilgiler ve hem de sahip olduğu bazı tarihsel malumatı bize anlatırdı. Ben Envaru’l-Âşıkîn, Mızraklı İlmihal, Karabaş Tecvidi gibi popüler dini kitapların isimlerini ondan duymuştum ilkin. Meselâ, o Süleyman Çelebi’nin Vesiletü’n-Necât isimli Mevlid kitabını ezbere bilirdi. Hatta o, Mevlid kitaplarına eklenen bazı halk hikâyeleri vardı; Hikâye-i Geyik, Kesikbaş vb. bunları da ezbere okurdu. Bize çok dokunaklı bir şekilde biraz da dramatize ederek geyik hikâyesini anlatırdı. Çocuk olmamıza rağmen gözyaşlarımızı tutamazdık. Ben inanıyorum ki, onun anlattığı bu öyküler bizde sadece hayvanlara karşı değil, tüm canlı varlıklara karşı merhamet ahlakının gelişmesinde büyük tesir yapmıştır.
Hele onun namaz kılışı bir başkaydı. Ne kadar da içten kılardı! Adeta kendinden geçerdi. Namaz sûrelerini gürül gürül coşkuyla okurdu, arada bize de kısa duâları ezberletmeye çalışırdı. Elbette evimizde anne ve babamız namaz kılardı. Belki de benim çok küçük yaşlardan itibaren namaz kılmaya başlamamda Kezban ninemin coşkulu ve içten kıldığı bu namazlar etkili olmuştur üzerimde.
Kezban ninemin kocası, yani bizim dedemiz ulemadanmış. Bize hatıra olarak sakladığı, ondan kalan Arapça ve Osmanlıca yazılmış bazı dua kitaplarını gösterirdi. 1914’de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Anadolu’da topyekûn bir Seferberlik ilan edilmiş. Ninem’in anlattığına göre Rusya’nın Doğu Anadolu bölgesinde işgal ve katliamların en acımasızcasını gerçekleştirdiği günlerde, geçmişte ‘millet-i sâdıka’ denilen içimizdeki bazı Ermeni ve bir takım gayr-i Müslim teb’a onlarla işbirliğine girişmiş. Bir nevi Moskof’un işini kolaylaştırma yolunda keşif kolu görevini yürütmüşler Anadolu topraklarında. Hatta yürütmekle de kalmamışlar birçok Müslümanın feci şekilde diri diri derileri yüzülerek öldürülme işkencesi seanslarına bizzat katılmışlar. İşte o yıllarda ulemadan olan dedem seferberlik çağrısına uyarak Doğu Cephesinde Moskof mezalimine karşı koymak için orduya katılmış. Uzun yıllar Anadolu topraklarının istilacılardan kurtarılması için mücadele vermiş ve şehit düştüğü haberi uzun yıllardan sonra silah arkadaşları tarafından birkaç hatırasıyla birlikte Kezban nineme iletilmiş.
Kezban ninem derdi ki, savaş yıllarında ekinlerimizi tarlalardan biçecek, harman yerine taşıyıp dövenle sürecek neredeyse köyümüzde birkaç yaşlının dışında erkek kalmamıştı. Akşam oldu mu hüzün çökerdi evlerimize, evlerimiz dar gelirdi bize.. Birbirimize destek olmak için birkaç komşu kadını birleşir sıra ile birbirimizin evinde gecelerdik. Hep savaş haberleri anlatılırdı evlerimizde, acılar yutkunurdu boğazımız. Biz kadınlar toplanır, imece usûlü ekinleri biçerdik. Kıtlık günleriydi, yokluk günleriydi. Halk hastalıklarla boğuşur, ilaç nedir, doktor nedir bilmezdik? diye anlatırdı Anadolu’nun ana-baba günlerini, kan, barut kokan savaş yıllarını. Hatta üzerlerine giydikleri giysileri bile kendileri dokurmuş. O günlerde diyor Kezban ninem içimizdeki hâinler, dış güçlerle işbirliği yapan bir takım gayr-i Müslim Rumlar Anadolu’yu işgal eden düşmanlara öncülük yaparken şöyle derlermiş, onlara:
“Yedikleri darı
Giydikleri geri
Gitti erkek, kaldı karı
Gayret edin gayri.”
Kezban ninemin okuduğu bu dörtlük Anadolu’nun 1914-15’li yıllarını anlatıyordu bize. Kuşların yemi olan darıdan başka bir yiyecek yoktu. Çoğu komşularımızın ocakları tütmezdi, diyor Kezban ninem. Onun naklettiği dörtlükte, ‘giydikleri geri’ mısraında yer alan ‘geri’ sözcüğünün anlamı, ‘ilerleme’ kavramının zıddı anlamında değil, at arabasına ya da kağnılara geçirilen kıldan yapılmış bir örtüye verilen addır. Tarladan harman yerlerine sap ya da hayvan yemi olan saman taşımaya yarayan bir şey. İşte Anadolu insanın giydiği de bu. Bir düşünelim, Ağustos’un kavurucu sıcağında tarlalarda ekin biçerken ‘geri’den yapılmış giysiler giyiyorsunuz. Bir defa onun kılları vücudunuza batar ve her tarafınızı yara eder. Bu elbisenin içinde rahat etmeniz mümkün değildir. Ama ne yapsın Anadolu insanı!. Soyo-ekonomik durum böyle bir yaşamı gerektirmektedir.
1964’lü yıllarda bunları bize anlatırken ağlardı ninem. Bugünkü günümüze çok şükür evlatlarım, varlık içerisinde yaşıyoruz, derdi. Bugünün standartlarında düşündüğümüz zaman hiç de varlık gibi görülmüyordu onun yaşantı hali, ama o kendisini seferberlik yıllarına göre kıyas ediyordu. Çünkü onun kullandığı taş evin içinden ahıra hayvanlar geçer, aynı oturduğu evin içinde bulunan ambara zahire (arpa-buğday) konurdu. Bir de ocak vardı. İcabında aynı oda mutfak olarak kullanılırdı, içinde odun yakılan ocak aynı zamanda soba yerine geçerdi. Kış günlerinde alev alev yanan ocağın karşısında, kaynattığı güzel kokulu dağ çayı ikramı eşliğinde şehit düşen ulemadan dedemizin hatıralarını ve şifahi kültüre dayalı ezberlediği bilgileri aktarırdı.
Bizim kültürümüzde ‘Osmanlı kadını’ deyimi ne anlama geliyorsa, işte Kezban ninem, kelimenin tam manasıyla aynen oydu. Yüce Allah O’na merhametiyle muamele eylesin!..