Kendimi birinci sayfada göremezsem rahat edemem! Olacak şey değildir. Her gün en az beş gazetenin manşetinde, manşetinde olmaz ise birinci sayfada, sürmanşette, oralara, tepelere yakın bir yerde görmezsem kendimi keyfim bozulur. Keyfim bozulunca da para muslukları kısılır. Keyif bozukluğunda eşitlenmiş oluruz böylece herkesle. Çünkü şehir, çünkü ülke beni görmezse keyfi bozulur hepsinin. Borsa düşer, faiz, altın ve dolar yükselir…
Bu can sıkıntısı içinde hemen bir araştırma yaparım, duramam. Neden, neden, neden diye sorar, bağırır, dört döner bir suçlu bulur ve cezasını keserim. Ceza kesinceye kadar rahatlayamam. Mesela diyelim ki birinci sayfada yer bulamamış, görünmemişim. Hemen basın bürosu çalışanlarını hesaba çekerim.
Benim yüceliğim, hikmetim, çalışkanlığım, zekâm, sosyal faaliyetlerim, düşüncelerim, geçmişte yaptığım ya da gelecekte yapmayı düşündüğüm projelerim, yaptıklarım es geçip yapmadıklarım hakkında bugün basına bir şey servis etmediniz mi diye sorarım. Yaptıklarım kadar yapmadıklarım da haber olmalıdır benim. Mutlaka yedekte bir haber resim, metin bulundurduklarını bilirim. Tarzıma alışmışlardır onlar da şehir de ülke de çünkü. Yaptık efendim derler. “Peki bu gazetenin manşetinde niye yokum siz servis yaptıysanız?” diye sorarım.
Telefonumun kısayol tuşlarının bir numarasında reklam müdürünün, muhasebecinin numarası vardır. Parayla terbiye edilir çünkü herkes! Ararım, sorarım. O gazetenin reklamını mı kestik yoksa reklam veriyor muyuz? Bir çırpıda öğrenirim. Reklamı kestiysek verelim, verdiysek keselim diye talimatım olayı çözer. Kendimi iyi hisseder güne öyle başlarım işte.
Duruma göre başka stratejiler de devreye girer. Ama buna hiç gerek kalmadı şimdiye kadar.
Söyleyin, haksız mıyım? Ben bu şehir/ülke için çalışıp çırpınıyorsam, her daim TV’lerde benden bahsedilmesi, birinci sayfada kendimin görünmesi, icraatlarımın, projelerimin konuşulması ve benim dahi düşünemediğim hikmetlerin sıralanması bu şehrin, ülkenin basınının, vatandaşının birinci görevi değil midir? Arada reklamla ya da başka yollarla bu görevi hatırlatmak da benim görev alanıma giriyor maalesef!
Beni yazanlar ve yazmayanlar diye bir çetelem vardır. Tek tük de olsa aleyhimde yazanlar diye de küçük bir listem. Yazanları okumam zaten. Onlar başkaları okusun diye yazıyorlar benim hakkımdaki yazılarını. Benim esas merak ettiğim iyi ya da kötü beni hiç yazmayan, gündemine giremediğim adamlardır. Önemimi, büyüklüğümü, şanımı, paramı, makamımı bilmeyen, görmeyen, farkında olmayan bu adamları merak ederim. Uzayda mı yaşıyor bunlar şaşıyorum. Bana nasıl bu kadar bigane kalabilirler?
Bu şaşaa içinde nasıl görünmem gözlerine, nasıl bir kalem oynatmazlar hakkımda iyi ya da kötü, bir buna bir de birinci sayfada olmadığım günlere kızıyorum en çok...
…
Sonra bir gün, o olmazsa hiç olanlar, bu vazgeçilmezlerin kendileriyle baş başa kaldıklarında ne yaptıklarını merak etti. Bol aynalı odalarda oturduklarını öğrendiler. Aynanın kimi camdan kimi candan! Kendini aynalarda çoğaltıyor, büyütüyordu bayvebayan vazgeçilmezler!
Camdan olan aynalar sirklerdeki dev aynalar gibiydi. Aynaların bir kısmının üzerinde kendileri ile ilgili gazete manşetleri, kitlelere hitap ederken çekilmiş fotoşopta düzenlenmiş resimler, masanın üzerinde dergiler, o dergi kapaklarında en güleç, karizma haliyle zat-ı şahaneleri… broşürler, kupürler vs…
Can’dan olan aynalar ise daha şaşırtıcıydı. Gösterilen yapmacık hürmet ve yalakalığı, onayı, pohpohlanmayı, yaltaklanmayı, her sözünde bir hikmet üretme yeteneği ile şahsı şişirme yeteneğine sahip pohpohçular güruhuna ne Büyük İskender ne Sezar ne Babil ne de Moğol hükümdarı sahipti.
İnsan bu odada insan olduğunu unuturdu. Can aynalarında kendini çoğalttıkça kibrin zirvesinde görülebilecek mütevazı pozlar takınıyor, konuşmalar yapıyorlardı kendi kendilerine: -Hem asilim hem azizim hem hâkimim, bütün bunların üstüne bir de mütevazıyım. En sevgili kul benim! İktidar, servet, güç bahşedilmiş veliyullah mıyım neyim!
Diğer kullarla aynı hizada! bulunmasına bir açıklama getiremiyordu ama bir gün bunun cevabını da bulurdu.
Sonra en gizli bölmesinde odanın, en saklı değerleri yatıyordu: bir kılıç, bir taht, bir taç, bir mühür, bir asa. Ne çok kralcık vardı bu topraklarda.
O olmazsa hiç olacağı düşünülenler biliyordu ki “miyavlamak insanı kedi yapmaz”dı ve eline her asa alan da Musa olamazdı… Bunu bildiklerini bilmiyorlardı onlar… Bilseler ölürlerdi kahırlarından. Kimseler söyleyemedi.
Söylüyorum işte: Kralsınız ve çıplaksınız…
Tek değilsiniz. Çok var yeryüzünde sizden. O yüzden adınız özel değil cins! isim olarak yazılıyor sağınızdaki ve solunuzdaki defterlere…