“Ağzının bir kıvrımından cesaret bularak
Ter yürekte susayışlar yaratan yağmurlara açıldım”*
Onu gördüğümde fakülte koridorlarından çıkışa doğru, bensiz, benden habersiz, benim koridorun sonundaki ışığa baktığımı görmeden gidiyordu. Haberimiz yoktu birbirimizden. Kimdi, nerden gelmişti, nereye gidiyordu, hangi yıldızdan düşmüştü böyle yeryüzüne bilemedim, anlayamadım. Hangi ay parçasıydı o ışıltısından bakamadım.
Niye erken çıkmıştım yüksek lisans dersinden, niye bekliyordum koridorla merdivenin kesişme yerinde, cevabını bulamadığım sorular, anlamaya çalıştığım teoriler, çantamda kitaplar ve kitaplarımın omzuma ve zihnime yüklediği acılar, ağırlıklar arasında bir çıkış, bir ışık arıyordum.
Her şeyi bırakıp gitmek istiyordum. Çözemediğim, zahmet gerektiren, beni zorlayan ya da canımı sıkan bayağılıklar, basitlikler, anlaşılamazlıklar içinden ve arasından çıkmak ve çekip gitmek… Kurtuluş diye tanımladığım şey tahammül edilemezlik sınırlarında beni dolaştıran bu duygudan zamandan ve mekândan kaçmak ve kurtulmaktı… O yüzden herhalde, karanlık koridorun çıkış kapısından sızan ışığa doğru bakıyordum…
Kurtuluş oradaydı, bakıyordum. Kapı ve ışık oydu işte… Çık git, çek git. Ancak “laneti hırsla tırpanlayamamak” koyuyordu insana.
Kurtuluş aslında o anda ve oradaydı. Kapı değil kapıya doğru yürüyendeydi. O an ne oldu bilmiyorum. İçimde derin, sıcak, kaynayan bir damar o zamana kadar varlığını hissetmediğim bir kaynağa, mağmaya ulaşmıştı. Kulağımla değil yüreğimle duyuyordum, bir sesi “ bu o işte, aradığın”. Çekip gidiyor, koşsana, yetişsene, durdursana, yalvarsana, anlasana, anlatsana. Bu kez ışığa değil ışığa doğru yürüyen bu pervaneye bakıyordum. Git işine diyordum kendi iç sesime. Nerden çıkardın bunu şimdi durduk yerde.
O çekti gitti. Ben kaldım geride.
Sonra, çok sonra bir bahar şenliğinde, Apa’da, hiç hesapta yokken ve hiçbir zaman olamayacağım bir yerde, yere, uğramış, bir su içimi zaman diliminde o mekânda bulunup hemen gidecekken oradan, kulağıma çalınan bir Kerkük türküsüyle durdum. Kuzey Irak’tan gelen bir ekip vardı ve hiç unutmam “Altın Hızma”ya giriş yapmışlardı. Ezgi beni çarptı. O mekâna doğru gittim. Dinliyordum. Çakılı kalmıştım tam ortasında meydanın. Türkünün tam ortasında bir yerdeydi, niye ve nasılsa döndüm birden. İtiraf edeyim içimdeki sesten, döndüm. Oradaydı ışığa doğru yürüyen pervane. Şoke oldum. Tesadüflere inanmayan bir inancın sahibi olarak bana verilen mesajı almıştım artık: “Altın Hızma mülayim/Seni haktan bileyim”
Evet, haktan bilmiştim O’nu. Gereğini yapmam gerekiyordu.
“Sen ol bir kıvrımdan bir heceden
Aşk için bir vaha değil
Aşka otağ yaratan.
Sen ol zihnimde gezinen dağınık şarkıları
Bir harfin başlattığı yangın ile söndür.
Beni bir ses sahibi kıl,
Kefarete hazırım”*
Gerekçeler, fırsatlar bulmak, uydurmak için çok çalıştım. Çok okudum, çok yürüdüm, çok mesaj yazdım, not aldım, yazdım. Bir serabın serap olduğunu anlamak için gittim üzerine. Çünkü sonunda bunalımlarıma dönmeyi istiyor, bohemliğimi seviyordum. Serap, serap olmadığını ispatladı.
İnce uzun elleri ve bilekleri, kocaman bir yüreği vardı. Gözükaraydı. Evlenecektik ama nasıl olacaktı. Çulsuzun biriydim. Düzenli bir hayat bana göre değildi. Evlenmeyi aklımın köşesinden dahi geçirmiyordum. Çünkü böyle bir sorumluluğun altına girecek ne istek, ne maddi durum, ne de potansiyel bir imkân görüyordum. Takılar, mobilyalar, perdeler, siyahından beyazına eşyalar, sorumluluklar gözümde dağ gibi büyüyordu. Olmaz diyordum, nasıl olacak. O inat edip her şeyi olduruyordu. İsteklerini en asgariye çekiyordu. Borçlanırız diyordu, alırız. Alındıktan sonra da öderiz. Ödenir, biz birbirimize destek, dayanak, aynı yürek olduktan sonra. Gözümde olmaz gibi görünen, engel gibi duran ne varsa hepsini olduracak bir inat ve tutarlılık sergiliyor, beni de inandırıyordu.
Birçok güçlüğe rağmen olmazları oldurarak “birbirimize kavuştuk.” Televizyonu, kanepesi dahi olmayan bir evimiz olmuştu ama oturma odamız boydan boya kitap doluydu. Kitapların yanında süngerlerimiz vardı. Orada oturuyor ve okuyorduk.. Televizyonu biz istememiştik. 4 yılsonunda baskıya dayanamayarak aldık. “Yoksul olduğumuzdan almadığımızı düşünüyorlardı oysa biz evde iletişimimizi öldürmesin diye almıyorduk.” Bunu da birçok kimseye anlatamıyorduk.
Özel günleri hatırlama ve hediye alma özürlü bu adama, bana, katlanıyordu. Doğum günü, evlenme yıldönümü, doğum hediyesi vs. hepsini ıskalıyor, bir şey al-a-mıyor ama durumu anlatan bir yazı ile geçiştiriyordum. O’na yazmak hatamı telafi ettiriyordu bir süre.
Bu yazı da evliliğimizin sekizinci seneyi devriyesinde yine bir hediye bulamamış, alamamış olmamın telafisi, açıklaması dolayısıyla yazıldı.
Şöyle gelip geçen sekiz yıla baktığım zaman Sevgili Eşim, Fatma Taşkesen’e ne çok şey borçlu olduğumu onda ne çok şey bulduğumu anlıyorum: Muhammed Enes ve Mehmet Faik adlı iki oğul, anlayış, sabır, sevgi, aşk, ideallerimi gerçekleştirmek için destek, minnet…
Burada sayamıyor, sıralayamıyorum.
Sevgilim, eşim: Seni Seviyorum.
Sekizinci yıl ve yine uygun bir hediye bulup alamıyorum…
Elimden gelen en iyi şeyi yapıyor, yine sana yazıyorum.
*İsmet Özel