İçerisinde baş döndürücü kokuluların dolaştığı tapınağın uzun yıllardır yanan meşaleleri ve besinini yanıcı bir yağdan alan kandillerinin duvarlara resmettiği karartılardan çiçeğin köklerine hayat akıyordu. Tapınağın sahipleri her ne kadar karartmaya and içmiş olsa da bulutlara tutunmaya çalışan umutları, filizler karanlığın en çok olduğu yerden patlıyordu. İs sinmiş ahşap tavandan şafağın olgunlaşmasına yardımcı sesler duyuluyordu. Bataklığın ekşi kokulu çamurunu sıvıyordu yüzüne melek, çöplükte parlıyordu pırlanta. Ve bir kor ateş arındırıyordu tenini fazlalıklardan.
Saçları ve sakalları ince ince örülmüş adamlar kafalarındaki tanrılarının gücünden kotardıkları diş gıcırtılarıyla sadece kendi uykularını böldüler. Boynu bükük çiçek başkaldırmaya başladığı zaman kuralları çiğnenmiş oyuna, pişkin pişkin güldüler. Geminin yelkenini güçlü bir isyan şişirdi ve çiçeğin kökleri, emdiği siyah katmanlardan sapasağlam goncaya durduğunda ancak ölümü gördüler.
Günlerden; ilkbaharın yorgunluktan bitkin halde taşıdığı zamanı yaza devretmek üzere olduğu bir gün genç ve güzel adam ağır bir kelimeyi getirdi. “Korkma” dedi. Ama öylesine korku sardı ki vücudunu, bütün hücreleri karşı koydu getirilen yüke. Ah ile içini döktüğü hurma ağacının dalları titredi, kurudu tatlı meyvesi. Kuşlar neşeli cıvıltılarını kestiler, uçmayı beceremediler, boşlukta donakaldılar. Dünya bile unuttu bir süre dönmeyi. Görünen ve görünmeyen bütün varlıklar telaşla kaçıştılar. Fakat “ancak O’na teslimiyet özgürlüğün kapısını açar ve anlamlı kılar sancıyı” dedi. Kalbini çıkarıp genç ve güzel elçiye uzattı. Elçi aldığı kalbin arasını açarak kelimeyi bıraktı yavaşça içine. Emaneti sahibine verdiğiyle geldiği gibi kayboldu ortalıktan.
Günler birbiri ardına hızla kayıp, kalanlara elveda derken, gitgide büyüyen bir yükün ağırlığını çalkantılı düşüncelerinde hissediyordu. Fakat kalbi huzur içindeydi ve bütün kelimeleri kucaklayacak kadar büyümüştü. Omuzları zayıf, kalbi çok mutmaindi. Kalpte, kelimede, kendiside tek bir sahibindi.
Kelimenin elçisine benzer adamlar geldiler, ellerindeki büyük bir sofrayı serdiler. Sofranın ortasına ateş yakıp etrafını çeşit çeşit yiyeceklerle donattılar. Tapınağın saçları ve sakalları ince ince örülmüş sahipleri yiyeceklerin üzerine çekirgeler gibi üşüştüler, her zamanki gibi pay kapmanın peşine düştüler. O hiçbir şey yemedi, olgunlaşmış ve doğuma hazır kalbini çıkarıp ateşin üzerine bıraktı. Temelinden başlayarak her şey sarsıldı.
Ateş öylesine parlattı ki kalbi ve içindekini, o güne değin ne güneşin ziyası yıkamıştı şehirleri böylesine nede gökyüzünü donatan yıldızların. Irmakların kararlılıkla sildiği yassı taşların yüzü de yansıtmamıştı bu ışığı. Gözleri, dolu bulutları yakalayarak rahmet yağmurlarının müjdesini duyurdu. Mabedin taş zeminlerinden söküp aldı gelmiş ve geleceğin “en kutlu kadını” olma payesini adanmışlığın masum kızı.
Adı Meryem’di, İmran’ın kızı.