- Anne ben deist oldum
Son dönemde sıkça dindar ailelerin çocuklarının deist ya da ateist olduklarına şahitlik ediyoruz. Bizi afallatan, dindar bir aile ortamında yetişen, tesettür, namaz, oruç gibi ibadetlerini yerine getiren gençlerin deist ya da ateist olamayacağı ezberimiz. Aileler kendilerine nerede yanlış yaptık diye sorarken, bazen sebep “Yolda şarkı söylerken seke seke yürüyebilmek istiyorum. İslam buna izin vermiyor’ sözleriyle ifade edilebilecek kadar basit olabiliyor.
Profesör Dr. İhsan Fazlıoğlu, geçtiğimiz günlerde bir panelde yaptığı konuşmada, odasına gelerek inanç konularında konuşmak isteyen, başörtülü oldukları halde kendilerini ateist olarak nitelendiren öğrencilerden bahsetti. Fazlıoğlu’nun konuşmasının o bölümü şöyleydi: “Okuduğum İmam Hatip okulundan bir heyet gelerek benimle fikir alışverişinde bulunmak istediklerini söylediler. Deizm yayılıyor, bu çocuklara ne anlatalım, ne yapalım diye sordular. Dedim ki, konuşmayı bırakın, yapın artık. Devamlı konuşuyoruz. Terbiye temsil ister. Örnek olacaksınız. Dini temsil makamındaki insanların bu durumu sürdüğü müddetçe 10 yıl sonra neslimiz bizimle kavga edecek. Bu dinin bir faydası olsa babama anneme olurdu diyecekler.
15 Temmuz’dan bu yana benim odama 17 tane başörtülü deist bile değil tanrı tanımaz öğrenci gelip benimle bu konuları konuştular. Başörtülü öyle geleneksel de değil bildiğin başörtülü. Sosyal statüleri gereği, aileleri nedeniyle hala başörtüler ama tanrıya bile inanmıyorlar.
Ortak neden sahnede dini temsil ettiğini söyleyen insanların eylemlerinin sonucudur. Mesele bu kadar ciddidir. Bu sonuçlarla yüzleşmezsek 30 yıl sonra çok farklı şeyler konuşuyor oluruz.”
Konuşma, başörtülü ve ateist kelimelerinin yan yana gelmesinin de oluşturduğu ilgiyle basına yansıdı ve bir süredir konuşulup tartışılan konu yeniden gündeme geldi: Deizm ve ateizmin muhafazakar / İslamcı ailelerin çocukları yani dindar olan ya da olması beklenen gençler arasında artarak yayılması.
EZBER BOZULDU
Son on yılda yapılan araştırmalar tüm dünyada deizm ve ateizmin sekülerizm dalgasıyla birlikte yükseldiğini ortaya koyuyor. Aynı araştırmaların ortaya koyduğu rakamlara göre Türkiye’de de gençler arasında deizm ve ateizm artış gösteriyor. Son dönemde bu yükselen rakamlar arasında dindar ailelerin çocukları da yer alıyor. Bizi afallatan, dindar bir aile ortamında yetişen, dini bilgileri çocukluğundan bu yana edinmiş, tesettür, namaz, oruç gibi ibadetlerini yerine getiren gençlerin deist ya da ateist olamayacağı ezberimiz. Ancak zaman zaman hepimizin çevremizde şahit olduğumuz örnekler bu ezberi bozuyor. Ailesinin “Aman namazını kaçırmasın, aman harama bakmasın, orucunu tutmayı ihmal etmesin” diye üstüne düştüğü gençler, deist ya da ateist oluyor. Bazıları bunu açıklayarak ailesinden kendilerini böyle kabul etmelerini istiyor, bazıları ise buna cesaret edemeyerek dışta dindar, içte ise bambaşka biri olarak yaşamlarını sürdürüyor.
GENÇLERİ YORDUK
Gelişi bir süredir görünen bu konu medyada bazı köşe yazarları tarafından dile getirildi. Birkaç akademisyen de bu konuda kafa yoruyor. Fakat henüz geniş kapsamlı olarak ele alınmış değil. Gençlerle yaptığı çalışmalar ile tanınan Doç. Dr. Ömer Miraç Yaman, ilk olarak Dr. Necdet Subaşı’nın ortaya attığı Din Yorgunluğu kavramını, “Din Yorgunu Gençler” olarak kullanıyor. Dini hassasiyetleri olan, Müslümanlığını bir hayat biçimi olarak ifade eden gençlerde bir yorgunluk hikayesi olduğunu ifade eden Yaman, bunun sebeplerinden biri olarak aile çocuk iletişiminin sorunlu olmasını gösteriyor. Aile ve çocuk arasında, din dendiğinde yönlendirme veya tavsiyeyi aşan, baskıya ve zorlamaya dönüşen bir süreç yaşandığına dikkat çeken Yaman, bazı ailelerin ise alt yapısını kurmadıkları, belli bir döneme kadar vermedikleri dini eğitimi, birden vermeye çalıştıklarını, bunun da sorunlara yol açtığını ifade ediyor. Dinin hayatın her döneminde yaşanılabilecek halinin gençlere sunulamadığını da belirten Yaman, dernek vakıf ve cemaatlerin de bu yorgunluğu azaltmayıp, aksine arttırdığına dikkat çekiyor. Doç. Dr. Ömer Miraç Yaman, babaların, annelerin ve öğretmenlerin çocuklardan beklentilerinin çok fazla olduğu için onlara çok fazla dini yükleme yaptıkları sözleriyle özetliyor durumu. Ancak din yüklenen değil yaşanan bir şey olduğu için bir şeyler eksik kalıyor.
DİKTE ETTİĞİMİZ DİNİ YAŞAMIYORUZ
Konuyu sorduğumuz İlahiyat profesörü Mustafa Öztürk bu konuda birden fazla faktörden söz ediyor. Prof. Öztürk, “Bunları içeriden konuşarak söylüyorum. Hepimiz az çok bu dertten muzdaribiz” diyor. Öztürk, “Artık kendi sosyolojik küvezlerimizde, gettolarımızda yaşasak da çocuklarımızın başka dünyalarla buluşmasına engel olamıyoruz. Biz genellikle dini düşünceyi, inancı, ahlakı, dikte ederek öğretmeye çalışıyoruz. Tevdi marifetiyle oluyor. Temsil yoluyla olsa belki bu krizi biraz daha azaltabilirdik. Dikte ederek anlattıklarımızla yaptığımız örtüşmüyor. İçeriden muhafazakar kodları tercih ediyoruz. Dışarıya çıktığımızda modernizmin kodlarına ‘lebbeyk’ diyen bir hayat felsefesinin içinde yuvarlanıp gidiyoruz. İnandığımız değerleri hayatımıza taşımadığımız için çocuklarımız bu çelişkiyi fark ediyor. ‘Babam bana arkaik bir dini öğreti sunuyor fakat kendisi bu sunduğu öğreti ile mutabakat noktası olmayan bir hayat yaşıyor’ diyor. Bu çocuklarımızda bir sorgulamaya yol açıyor” diyor.
YANLIŞ YERDEN BAŞLADIK
Prof. Mustafa Öztürk, iman dediğimiz şeyin ispatın, kanıtın ispatlamanın konusu olmadığını, deruni bir keşif, bir duygu olduğunu anlatırken, çocuklarımıza dini yanlış formasyonda anlattığımızı söylüyor: “Bize telkin edilen dinin akıl dini, mantık dini, rasyonel gerekçelerle desteklenebilecek bir din olduğu noktasındaki hikayemiz çocukları savunduğumuz görüşlerin altını dolduracak felsefi zemini aramaya sevk etti. ‘Madem öyle, gel de ispatla’ diyor. Yani sorun yanlış bir yönlendirmeden ortaya çıktı. Oysa çocuğa varoluş aleminde insanlığın acziyetinden, çaresizliğinden, bir yaradana, bir efendiye muhtaç olduğu duygusu üzerinden gidip, onu kalbinden, ameli fiilinin merkezi olan gönlünden yakalasak, imanı buradan başlatsak, buradan yola çıksaydık bu iş böyle olmazdı. Şimdi ise öğrettiğimiz dini formasyonun melek inancından tutun Allah inancına, ahiret inancından fıkhi bir meseleye kadar, savunduğumuz görüşlerin altını dolduracak bir entelektüel ilmi donanıma sahip değiliz. Çocuklar ‘Ben neden böyle inanmak zorundayım. Alt yapısını oluştur beni ikna et’ diyor. Babada bu yok, çevrede yok, ilahiyatta yok, İmam Hatip’te yok. Hayatın hızı, bilginin ve iletişimin hızlı ve kolay olması dogmatik inanma imkanını elinden alıyor. Neye niçin inandığını kendi zihninde izah edecek noktaya getiriyor. Bilgimiz ise burada eksik kalıyor”diyor.
BİRBİRİMİZE DÜŞTÜK
Son olarak 28 Şubat gibi dönemlerden geçen Müslümanların iktidar imkanını iyi değerlendiremediğini ifade eden Prof. Öztürk, “Bugüne kadar ellerine fırsat geçtiğinde bizi dövenlere adamlığın, adaletin, insafın, merhametin nasıl olduğunu gösterelim de utansınlar diyeceğimiz yerde, Müslüman gruplar yapılar birbiri ile didişmeye, adeta bir nimet azgınlığı durumu içine girdiler. Şeyhler ve tarikat arasında birbirine ağıza alınmayacak hakaretler, saldırılar. Bunları laik ve seküler çevreler elini ovuşturarak bıyık altından gülerek seyrediyor. Asansörde halvet gibi video vb. şeyleri birileri projelendirip Oda TV gibi mecralar üzerinden piyasaya sürüyor olabilir. Böyle bir operasyon kokusu da almıyor değilim, ama sorun bunlara malzeme vermek. Diğer yandan FETÖ, senelerce haktan, adaletten, ahlaktan, insanlıktan, irfandan dem vuran bir yapının üstündeki perde kalkınca, altından ahlaksızlığın bin bir çeşidi çıkması, namussuzluğun bin bir çeşidinin çıkmasıyla ‘Müslümanlık buysa lanet olsun bu dine’ gibi bir ikrah duygusu oluştu. Kendi elimizle kendimizi seküler ahlakın istikbaline ve muzafferiyetine doğru götürüyoruz. Bu çocuklar savruldukları şeyin altını doldurarak, okuyarak, deizmi bilerek ve isteyerek tercih ettim noktasına gitmiyor. Bunlar savruluyorlar savruldukları yerin adını biz teşhis ediyoruz. İşin kötüsü de bu. Tercihli bir gidiş olsa belki orayı da atlar geriye döner. Bu savrulma gidişi ve çok daha kötü bir gidiş. Bazen ateist olmuş, niçin ateist olduğunun gerekçesi bile yok” şeklinde açıklıyor.
TRAVMALARIMIZI ÇOCUKLARIMIZA YANSITTIK
Yaklaşık 20 yıldır gençlere yönelik faaliyetler içinde bulunan, 11 yıldır da ülkenin her yerindeki gençlerle iletişim içinde olan, Yetim Vakfı Eğitim Sorumlusu Hatice Naç, son dönemde dindar gençler arasında deizmi sıklıkla görmeye başladıklarını anlatıyor. Daha çok deizmin ön plana çıkmasını ise şöyle açıklıyor: “Tamamen tanrısız bir inanç değil. Canı istediğinde, çok bunaldığında, deyim yerindeyse uçak düşerken sığınabileceği bir Allah var ama yaşamına da müdahale etmiyor. Hayatına bir yaptırımı yok. Bu çocuklarda popülizmin çok ciddi etkisini görüyorum. Toplumda kabul görmenizi sağlayan bir şey olduğunda bu isteniyor. Bu motosiklet kullanmak da, çok güzel bir güneş gözlüğü de, bir kafeyi kapatacak paranın olması da olabilir, deist ya da ateist olmak da olabilir. Keman çalmak nasıl havalı bir şeyse inanç konuları da havalı olabiliyor. Özel ve değişik geliyor. Bu gençlerin bir kısmı deist ve ateistin tam olarak neye karşılık geldiğini bile bilmiyor” diyor.
Deizmin bir isyan, inkarla beraber duvarları yıkarak yeni bir alan elde etme gibi algılandığını ifade eden Hatice Naç, sebepleri de şöyle açıklıyor: “Müslüman aileler çocuklarını yetiştirirken zulmettiler. Kendi travmalarını o kadar çok akıttılar ki gençlere… Başörtüsünden dolayı okuyamayan, bunun üzerinden dini suçladı. İslam’ın hep kaybeden tarafıyla ilgili konuştuk. STK’larımız da savaşta ölen çocuklar, zulüm gören Müslümanlar üzerine odaklandı. Çeçen Savaşı döneminde, arkadaşımın oğlu yedi yaşındaydı. Bir gün yanımıza gelip ‘Ben kafir oldum’ dedi. Neden diye sorduğumuzda, ‘Çünkü hep onlar kazanıyor, ben kazanmayı severim’ dedi.
CEPHEYİ EV İÇİNDE KAYBETTİK
Aile içinde anneniz, babanız, kardeşlerinizin davranışlarından etkilenirsiniz. Evde anne baba sağlıklı bir inanç içindeyse, secdeye varmak için, namaza doğru giderken mutluysa, bu evde çocukla ‘namaza başla’ diye konuşulmaz zaten. Çocuk aklı başına geldiğinde ‘Evet ben inandım. Çünkü siz de inanıyorsunuz. Bunun detayları ne’ diye sorar. Ama biz dindar aileler olarak cepheyi ev içinde kaybettik. Ev içinde kompleks davranışlar var, İslam’ın da doğru algılanamaması gibi bir durum var çünkü.
SEVGİYİ UNUTUP HEP KANUNU KONUŞUYORUZ
Yargılayan, baskılayan bir yaklaşımla, İslami örnekliklerde, Allah’ı sevdirmede bu çocukları ıskaladık. Çünkü Allah’ı sevdirmeyi değil sürekli kanunları konuştuk. Allah isteseydi Kuran’ın ilk satırına bütün fıkhi kuralları koyardı. Onun yerine 15 yıl ahlak, edep, inanç konuşuldu. Sonra namaz, içki yasağı başladı. Bizse inanmaya karşı barikatlar ördürecek davranışlar gösteriyoruz. Bir türlü kalbe çalışamıyoruz. O nedenle kalbi deist ateist olduğuna inanan ve belki de dindar ailesine hesap kesen, bunun intikamını almak için ya da bir tepki için başka olan kalpleri kapalı gördüğümüz için bir şey yapamıyoruz.”
ARJANTİN’DEN ANTEP’E YERLEŞTİLER
Hatice Naç, iç etkenlerin yanı sıra misyonerler gibi dış etkenlere de dikkat çekiyor. “Ateizm, deizm ve madde bağımlılığı yayan ekip müthiş profesyonel çalışıyor. Asla hedef kitlesinden vazgeçmiyor. Aileler çocuklarını ya aşırı serbest bırakıyor ya da aşırı baskılıyor. İkisi arasında savrulan genç kendince itilmiş hissediyor, zaten ilgilenilmeyen ailelerin çocukları ise kendince savrulup duruyor. Tam o esnada bu ekipler çocuklara ulaşıyor. 75 Arjantin’li 3 ay önce işini gücünü bırakıp gelip Antep’e yerleşti. Suriyelilere yardım etmek istediklerini söylüyorlar. Aylardır Suriyelilerle çalışıyorlar. Bu çocukları örgütlemek için birçok STK, vakıf kurdular. Bunlar gelen çocukları nasıl organize edebileceklerinin denemelerini yapıyorlar. Misyonerlik, olmadı ateizm, olmadı deizm üzerine çalışıyorlar. Van’da 100 Koreli üniversite öğrencisi var. Uluorta durdurup tanışıyor ve inançlarını yaymaya çalışıyorlar. Madde bağımlılığına alıştırmaya çalışanlar da bunlar. Maddeye alışan çocuk zaten daha sonra deizm, ateizme kadar gidebiliyor.”
YOLDA ŞARKI SÖYLEYEBİLMEK İÇİN DEİST OLDUM
Hatice Naç, yakın temasta olduğu bir genç kızın kendisini deist olarak tanımlamaya giden sürecini ise şu sözlerle anlatıyor: “Devleti tanımadığı için nüfus cüzdanı bile almayan bir ailenin çocuğu. Aile çocuklarını da bu ahlakta yetiştirmiş. İmam Hatip’e gidiyor. İkinci sınıfta okul çevresinde birileri ile tanışıyor. Yavaş yavaş bazı ifadeler kullanmaya başlıyor. Deizm zaten genelde tanışmalar, ilişkilerle başlıyor. Sonrasında çocuğa verilen birkaç kitap, biraz muhabbet ederek aslında ne kadar gereksiz bir baskı altında kaldığı, birey olarak ne kadar önemli olduğu anlatılıyor. Derken kız deizmi seçiyor. Açılıyor. Ailede kriz oldu tabi. Çok ağır geldi, bunun etkisi oldu mu bilinmez, ama baba kalpten vefat etti. Kızla konuştuğumda deist olma sebebini ‘Ben yolda şarkı söylerken seke seke yürüyebilmek istiyorum. İslam buna izin vermiyor” diye anlattı. Deist olma nedeni buydu. Bir çocuğa çocukluğunda bile bunu yaptırmayınca bu içinde bir ukde olarak kalıyor.
***
KIZIM MESAJ ATIP DEİST OLDUM DEDİ
Kendi isteği ile örtünüp, kendi isteği ile namaza başlayan bir lise öğrencisi ailesine artık farklı inandığını söyleyerek deist olduğunu açıkladı. Süreci annesi şöyle anlatıyor: “Kızım kendi isteğiyle örtündü. Kendi isteğiyle de dinin emirlerini yerine getirmeye çalışıyordu. Ergenliğin ilk başladığı dönemlerde kızımda bir takım değişiklikler gördüm. Örtüsünü farklı bağlamak, dar pantolonlar giymek istedi. Buna itiraz ederek, başörtüsüne uygun kıyafetler giymesi konusunda zaman zaman bir takım uyarılarda bulundum. Giderek okuduğu ve izlediği şeyler farklılaştı. Bütün bunların ergenlik süreciyle ilgili olduğunu düşünüyordum. Fakat bir gün kızımın okulundan çağırıp, ‘Kızınızın garip düşünceleri var, biliyor musunuz’ dediler. Kızım inanç durumunu arkadaşına anlatmış, arkadaşı da bir sorunu için rehberlik hocası ile konuşurken kızımdan da bahsetmiş. ‘Kızınızın durumu bu başınızın çaresine bakın’ gibi bir yaklaşım sergiledi okul. Sonra bir gün kızımdan bir mesaj aldım. ‘Anne ben artık deist oldum. Lütfen bana baskı yapmayın. Başımı da açacağım. Namaz kılmak da istemiyorum.’ Mesajı aldığımda şok oldum. Hemen önce internete koşup deizmin ne olduğuna tekrar bakma ihtiyacı hissettim. Benim kızım, hele bizim gibi dindar, hassas, dini bilgilerin kendisine yeterince ve gerektiğince verildiği, dini yaşayan ve uygulayan bir aile. Gittiği okul da İmam Hatip benzeri bir okuldu.
Sürekli bu sürece kızımın nasıl geldiğini düşündüm. Konuşmaya çalıştığımda birkaç kelime söyleyip kendisini konuşmaya kapatıyordu. Psikologlara açılabileceğini düşündüm. Bu nedenle hem kendim destek almaya hem de çocuğumu götürmeye çalıştım. Fakat o gitmek istemiyordu çünkü psikolojik bir sorun yaşamadığını düşünüyordu. ‘Ben inanç değişikliği yaşadım’ diyordu. Psikologlara da açılmayı reddetti. Çünkü götürdüğüm psikologların ona din anlatmaya çalıştığını düşünüyordu.
İsyan arzusu da etkiliyor
Ergenlik psikolojisi zaten isyan etmek üzerine kurulu. Dindar kesimin içinde bulunduğu rahatlık, belki iktidarda olması, onun egemen bir güç olarak görülmesi, toplumsal olarak da etkili oluyor diye düşünüyorum. Bir zamanlar laik ailelerin çocukları, ‘ben dindar oldum, başımı örteceğim’ dediği zaman çok büyük bir kırılma yaşanıyordu. Çok sayıda insan dine döndü. Şimdi tam tersi oluyor. Egemen kültür hangisiyse buna itiraz eden, isyan eden gençler çıkıyor. Ama sadece iç etkiler değil, dış etkilerin de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Mesela Kore dizileri ve Japon Mangaları. Bunlarda hiçbir dini inanç, cinsel kimlik yok. Yine Uzak Doğu’dan bir takım misyonerlerin ama Hristiyanlık misyonerliği değil, dinsizlik misyonerlerinin ülkemize gruplar haline gönderildiğini öğrendim. Onların sevimli, cana yakın görüntülerinin de etkisiyle insanları hızla dinden soğutabildiklerine dair duyumlar aldım.
Çocuklar normal popüler kültür ile besleniyor. Dizileri de izliyorlar. İçlerinde muhtemelen o hayata dair bir özlem de var. ‘Ben inanıyorum, Müslümanım ama artık mini etek giymek, erkek arkadaşlarımla kol kola gezmek istiyorum’ deme gücü yok hiçbir kızda. İnancıyla tutarsız olmayı göze alamıyor. O nedenle inancını değiştiriyor. Yaşamak istediği hayat için inancını değiştirmeye karar veriyor.
Sonradan öğrendiğime göre kızımı bu sürece götüren sebepler arasında okuldaki öğretmenlerin din konusundaki tutumu da çok etkili olmuş. Çünkü geleneksel şekilde çok baskı yapıyorlardı. Bir tel saçınız gözükürse şöyle olur, şunu yapmayın, gülmeyin. Sorularına alamadıkları cevaplar da çocukları buna itmiş. Çocuklar diyorum çünkü tek değildi kızım. Okulda başka çocuklar da vardı böyle düşünen. Onlarla arası da çok iyiydi. O çocukların aileleriyle konuşmaya çalıştım ama hiç bir şeyden haberdar olmadıklarını gördüm. Benim kızım bize deistim diye deklare etmişti. Ama o kızlar bunu ailelerine söyleyemediği için gayet mazbut, dindar kızlar gibi yaşamlarına devam ediyorlar. Ama zihin dünyalarında kiminin deist, kiminin ateist eğilimleri var. Belki ileride değişecektir ama şu anda böyle düşünüyorlar, düşündükleri gibi yaşamıyorlar. 13-17 yaş arası çocuklar bunlar. Çok da felsefi olarak ateizmi deizmi incelemiş değiller. Kulaktan dolma bilgilerle, popüler edebiyat dergilerinden okudukları 3-5 satırla inanç değiştiriyorlar. Ortak paydaları ise dindar ailelerin çocukları olmaları.”
***
BİLGİSAYAR VE CEP TELEFONLARI ÇOCUKLARIMIZI ÇALDI
İlkokula kadar dinle bağı gayet iyi olan bir erkek çocuğu, üniversite çağında ateist ve intihara meyilli bir hale geldi. Süreci babası şöyle anlatıyor:
“Anne-baba olarak kendimizi dindar bir aile olarak tanımlayabiliriz. Çocuğumun din ile bağı ilkokula kadar iyiydi. Benle ve dedesi ile camiye gider, oruç tutar bir problem yaşamazdı. Camide uslu durur, aşırılık göstermezdi. İyi bir izleyici ve gözlemciydi.
Çocuğum 6 yaşında evimize giren bilgisayar ile tanışması ve oyun bağımlılığı başlamasından sonra; anne ve babasına karşı bir direnç ve inatlaşma başladı. Bilgisayarın sınırlanması veya yasaklanması hoşuna gitmedi. Biz uyuduktan sonra gece kalkıp bilgisayar oyunu oynuyordu. Bir de küçük kardeşini kıskanması uyumsuzluğunu daha da arttırdı. Yalan en büyük sorunumuzdu. Burada anlatamayacağım başka sorunlar da vardı. Ardından ortaokulda başarısızlık geldi. TEOG imtihanı bu sorunluluk sürecini arttırdı. Hiçbir okulu kazanamadı. Ben de seni düz liseye gönderip serseri edemem diyerek İmam-Hatip lisesine kayıt yaptırdım. Bu bir zorlamaydı, belki de benim bir hatamdı. Oradaki hocaların da olumsuz katkısıyla bu süreçte din düşmanı ve ateist hale geldi.
Ortaokul ve lisede çalışsın diye, bilgisayara fazla takılmasın diye sınırlama yaptık. Din konusunda baskı yapmadık. Ancak inatlaşma hiç bitmedi, artarak devam etti. Biraz da anne-babaya inat yapma ve bizi acaba ne daha çok üzer diye bu yola sapmış olabilir. Bize bunu üniversiteye gittikten sonra açıkladı. Orada da sol ideolojiye kaydı. Şu anda bizimle inatlaşmıyor, birbirimizi anlamaya çalışıyoruz. Ancak içinde büyüttüğü kin ve nefret devam ediyor.
Üniversiteyi oturduğumuz şehirden farklı bir şehirde okudu. Önce benim bulduğum İlim Yayma yurdunda kaldı. Ancak 3 ay sonra Müslümanlara vs. saydırarak, birçok bahaneyle birlikte özgürlük adına öğrenci evine taşındı. Sınıfını geçemediği ve alttan dersleri çok olduğu için, 4 senelik okulunu 7. senede belki bitirecek. Psikiyatrik bunalımlar yaşadı. İntihara meyilli hale geldi. Sonra ateist, rafizi bir kızla tanışıp iki senedir ilaçlarını bıraktı, en azından hastalığından kurtuldu. Hayata bağlandı. İşe girdi, uykuları ve psikolojisi düzelme yoluna girdi. Okulu bitirme amacını hedef haline getirdi.
KABULLENME YOLUNA GİRDİK
Süreci başlamadan fark etmek pek mümkün değil gibi. Çünkü ortaokulda iken ‘evladım namazını kıl’ şeklinde baskı değil, teşvik ediyorduk. Ancak namazı hep odasında kılıyordu. Yani kamusal alanda namazını görmemeye başlamıştık. Bunu normal ergenlik ve gençlik problemi saydığımızdan üstüne gitmiyorduk. Nereden bilelim Allah ve peygambere inanmıyorum sürecine kadar geleceğimizi.
Bizim açımızdan eşik aşıldıktan sonra ne tavsiye edebilirim bilmiyorum. Baktık ki zorlamayla olmayacak, onu üniversite sürecinde kabullenme yoluna girdik. Ben babası olarak daha erken kabullendim. Anne çok zor kabullendi bu gerçeği. Çünkü intihar tehlikesi çok ciddi bir sorundu. Psikiyatra da götürdüğümüz için bunun numara değil gerçek bir sorun olduğunu öğrendik. O yüzden biz öncelikli olarak dini meselemize değil, hayata tutunması ve hayatta kalmasını sağlamaya çalıştık. Neticede bugün oğlumuz 25 yaşında ve o kızla okul bittikten sonra evlenmeyi düşünüyor. Evlenme güzel ama çocuk yapmayacaklar, kedi besleyeceklermiş, çocuk sorumluluğu alınmazmış. Yani dengesizlik ve hastalık kısmen devam ediyor.
Düzeltmek noktasında bu tip durumlarda anne-baba tavsiyesi kesinlikle faydalı olamaz. Ya bir Müslüman kız bu kişileri düzeltebilir gönül bağıyla, ya bir abi/abla/dost olarak düzeltebilir. Herkesin reçetesi ayrıdır. Sorun uçurumdan da büyük. Tek umudumuz duamız. Hayatta olduğu ve kendisine bir hedef belirlediği sürece bir gün bu süreç eski haline dönecek. Doğru yolu bulacak, ben en azından buna inanıyorum. Bu nesil böyle. Bilgisayar ve cep telefonlarıyla çocuklarımızı bizden çaldılar. Biz buna ne yaptıysak engel olamadık.”