Ecdadımızın sıkça gündeme getirdiği meşhur bir uyarı vardır: “Vakti geçmeden önce namazı kılmakta acele edin, ölüm gelmeden önce tevbeye davranın.”
Kur’ân, insanın zaaflarından birinin acelecilik olduğunu söyler durur.
İnsan, hayra duâ eder gibi, şerre duâ etmekte/hayrı ister gibi şerri istemektedir. İnsan pek acelecidir. (17/11)
İnsanın tabiatında acelecilik vardır. Öye acelecidir ki, sanki İnsan aceleden yaratılmıştır. Size âyetlerimi göstereceğim, benden acele istemeyin. (21/37)
Peki, hiç düşündük mü insan neden acelecidir?
Hemen söyleyelim: Yapılması gerekeni vaktinde yapmadığı için, hep sonraya bıraktığı için insan acele eder. Sonunda bir de bakar ki önünde zaman az, yapılacak iş pek çok. Bu sefer panikler ve acele eder. Geriye döner ve ah keşke şöyle yapsaydım demeye başlar. Bu pişmanlıklar hayatın çeşitli aşamalarında, ölüm döşeğinde ve nihayet diriliş gününde kendini gösterir.
İnsan bir yandan yapamadıklarına nadim olurken, öte yandan yanlış yaptıklarına pişmanlık duyar. Pişman olur ama iş içten geçmiştir, fırsatlar elden çıkmıştır artık.
Herhangi birinize ölüm gelip de, “Ey Rabbim! Beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!” demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayın. 63/10)
Nihayet onlardan birine ölüm gelince, “Rabbim! Beni dünyaya geri gönder ki, terk ettiğim dünyada salih bir amel yapayım” der. Hayır! Bu sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. (23/99-100) Yahut azabı gördüğünde, “Keşke benim için dünyaya bir dönüş daha olsa da iyilik yapanlardan olsam” demesin. (39/58)
Onun için bize emanet olan zamanı ve bize tanınan fırsatları en iyi şekil değerlendirmek, yapılması gerekenleri vaktinde yapmak gerekir. Nitekim bir hadislerinde Peygamberimiz bizleri şöyle uyarmıştır: “Şu beş şey gelmeden, beş şeyin kıymetini bil: Ölüm gelmeden hayatının, hastalık gelmeden, sağlığının, meşguliyet gelmeden boş vaktinin, ihtiyarlık gelmeden gençliğinin, fakirlik gelmeden zenginliğinin kıymetini bil...” (Münavî, Feyzu’l-Kadîr, II, 16.)
ACELECİLİK YOK, SÜRAT VAR! BOŞ DURMAK YOK, KOŞTURMAK VAR!
Kur’ân, koşun der, sürat edin der. Koşan ve koşturanlardan bahseder, koşturanlara yemin eder.
Her ümmetin yöneldiği bir yönü vardır. O halde hayır işlerine koşun. (2/148)
Öyleyse hayır işlerine koşun, hepinizin dönüşü Allah'adır. (5/48)
Rabbinizden bir bağışlanmaya ve genişliği göklerle yer arası kadar olan, korunanlar için hazırlanmış cennete koşun! (3/133)
Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği, gökle yerin genişliği gibi olup Allah'a ve elçilerine inananlar için hazırlanmış bulunan bir cennete koşun. İşte bu, Allâh'ın dilediğine vereceği lutfudur. Allâh, büyük lutuf sâhibidir. (57/21)
Ey inananlar, Cuma günü namaz için çağrıldığı(nız) zaman, Allâh'ı anmağa koşun, alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. (62/9)
Andolsun nefesleriyle güp güp ses çıkararak koşan(at)lara! (100/1)
Ayetlerde geçen sürat, say’ kavramları koşma anlamlarına gelir, ancak bu kavramlar hazırlıklı, planlı ve programlı koşmayı ifade eder. Daha doğrusu bu atletik bir koşmadan öte, bütün her şeyimizle hedefe yönelmektir. Bu koşu, meselenin önemini ve gereğini kavradıktan sonra, hedefe ulaşmak için yapılması gerekenleri yapmaktır.
O halde görevini vaktinde yapmayıp sonraya bırakanların içerisine düştüğü panikleme ve acelecilikten kurtulmak için, bize emanet edilen vakit ve fırsatları en güzel şekilde değerlendirmeli; yükümlülüklerimizi savsaklamadan, bütün imkanlarımızı seferber edip işin hakkını vererek yapmak için koşturmalı, birbirimizle hayırda yarışmalıyız. İşte iyiler için cennet yurdu! Yarışanlar, bunun için yarışsınlar. (83/26)