Geçtiğimiz ay yayınlanan Ortadoğu İntifadası Despotizmin Sonbaharı[1] adlı eserinde Rıdvan Kaya, Ortadoğu’da olup biteni İslami perspektiften yorumlama açısından önemli noktalara değinmekte.
Kaya’ya göre, şahit olduğumuz toplumsal olayların tümünün egemenlerin yazdıkları senaryo dahilinde cereyan eden kurgusal gelişmeler olduğuna inanmak, tevhid inancına aykırılık teşkil edeceği gibi, zalim statükoyu reddetmenin karşılığı olarak ağır bedeller ödemiş ve halen de ödemeye devam eden Müslümanları figüran konumuna koymak olur ki bu büyük bir haksızlıktır.[2] Gerçekten de fasıklar iletişim araçlarıyla “Her şey bizim kontrolümüzde.” şeklinde bir safsatayı yaygınlaştırdığında “Ne derseniz hak üzeresiniz.” demek onların iddialarını nass gibi kabul edip, analizler yapmak Müslümanların takınması gereken tavır olamaz! Firavun, “Ben size izin vermeden O'na inandınız ha!”[3] dedi diye “Onun izni olmadan kimse Allah’a iman edip imanın gereği olan tevhid ve adalet uğrunda malıyla, canıyla mücadele edemez.” diyemeyiz herhalde!
Ortadoğu’da yaşanan intifada olgusunu sürekli endişeli gözlerle izleyen, neredeyse sadece İslami hareketlerin zaaflarına, hatalarına, uzun vadede yapabilecekleri yanlışlara odaklanan bakış açısının mevcut durumu pek de gerçekçi bir gözle algılayamadığı ortadadır. Müslümanlar zaten baskı altında, şiddet politikalarıyla eziliyorlar ve risk değil, zulüm altındalar. Ne yani, kaybetme riski de var diye desoptizme razı mı olsunlar?[4] Hem sonra İslami hareketler neden bu senaryolarda hep etkisiz eleman konumunda algılanırlar? Emperyalistlerin hesapları vardır da, bunca yıllık mücadele birikimleriyle İslami hareketlerin yok mudur?[5]
Kaya, Türkiye ile son olaylarda diktatörlüğe karşı ilk kıvılcımın çıktığı yer olan Tunus arasındaki benzerliklere de dikkat çekmekte. Sık sık Atatürk’ü örnek aldığını söyleyen Tunus’un ilk cumhurbaşkanı Habib Burgiba da (1903–2000) ülkesini Fransız işgalinden kurtardığını iddia ediyordu. Sömürgecilerin yapmaya cesaret edemeyecekleri adımları pervasızca atarak o da ülkesinin kendisini sömürgeleştirmesine hizmet etti. Dolayısıyla halkını ezen rejimler asla anti-emperyalist sıfatı eklenip hangi ülkede olursa olsun zulümler meşrulaştırılmamalıdır.
Kaya, Ortadoğu’daki gelişmelerin arkasında Amerika’yı (ABD) görenlere soruyor: “(Burgiba’yı devirip iktidara gelen ve yirmi yıl sonra halk tarafından iktidardan uzaklaştırılan diktatör) Zeynel Abidin bin Ali ya da (30 yıldır halkına nefes aldırmayan) Mısır’ın devrik devlet başkanı Hüsnü Mübarek’in halk tarafından alaşağı edilmeden önce emperyalistlerle nasıl bir ihtilafı olmuştur da bu işbirlikçileri değiştirme ihtiyacı hissetmişlerdir?”[6] Katledilen protestocuların sayısı Tunus, Mısır, Yemen ve Bahreyn’i de geçen Suriye’deki[7] direnişçiler hakkında ABD Dışişleri Bakanı Hilary Clinton’un şu sözleri de aslında ABD’nin Ortadoğu intifadası konusundaki tavrını ortaya koymakta: “Suriyeli muhalifleri silahlandırmak, teröristleri silahlandırmak olur.”[8] İsrail Savunma Bakanlığı’ndan Tuğgeneral Amos Gilad’ın “Esed rejiminin yıkılmasının bölgede bir İslam imparatorluğunun yolun uaçacağını ve bunun da İsrail’in felaketi olacağını” söylemesi de görmezden gelinemez.[9] Ortadoğu’yu etkisi altına alan intifada sürecinde “devrilen de deviren de ABD güdümünde” türü iddialarla Müslümanların iradesi yok sayılmamalıdır. Ne ABD, ne İsrail ve ne de başka bir güç bir halkı tanklara, kurşunlara karşı sokaklara çıkmaya ve ölümün üzerine yürümeye sevk edebilir.[10]
Kırk yıldır iktidarda olan Esed rejimi zulmünü meşrulaştıran gerekçelerden birisi de” Suriye’nin devlet olarak tasarruflarına dış müdahalenin meşru olmadığı” iddiasıdır. Kaya bunu, “Ulus devlet fetişizmini içeren bu anlayış, tasallut altında tuttukları halklara her türlü zulmü reva gören despotların başarılı bir isyanla devrilmedikleri müddetçe tüm icraatlarını meşru görmek gibi hukuk dışı bir mantığa dayanmaktadır.”[11] şeklindeki sözleriyle eleştirmektedir. “Dış müdahale tehdidi” davulunu çalmaktan yorulmayanlar nedense Rusya’nın hatta İran’ın Suriye’deki varlığına tek kelime etmemektedirler.[12]
Libya’da kapının eşiğine gelmiş insani felaket hali, sömürgecilerin petrol hesaplarıyla, stratejik çıkarlarıyla, bölgeye yönelik gelecek yüzyıl senaryolarına dair tartışmalarıyla geçiştirilemezdi. Çünkü, anti-emperyalist tutarlılık adına geliştirilen sloganik söylemler yüz yüze gelinen katliam tehdidine ilişkin somut bir şey söylemiyorsa hiçbir işe yaramaz. Ortadoğu’nun geleceğine ilişkin büyük planları ifşa eden, emperyalistlerin karanlık senaryolarını açığa çıkaran iddialı stratejistler eğer çaresizlik içinde ölümle burun buruna gelmiş insanların durumuna ilişkin somut anlamda bir şey söylemiyorlarsa hiçbir şey söylemiyorlar demektir.[13] Ne yani, Libya’da göz göre göre gelen katliam tehditlerine kulak tıkanıp, Libyalılar kaderlerine mi terk edilmeliydi?[14]
Kaya’nın dediği gibi, İslam dünyasının kalbinde, ortadoğu’da yaşanan bu devasa hareketlilik ödenen ağır bedellere karşın müthiş bir iyimserlik ve özgüven duygusu yaymakta. Tüm dünya, on yıllar boyunca baskılarla, sistematik zulümlerle ve katliamlarla susturulmuş, sindirilmiş Müslüman halkların ayağa kalkışına şahitlik ediyor. Zaman zaman İslami hareket mensuplarının dahi ümitsizliğe kapılmasına neden olan suskunluk örtüsü yırtılıyor, korku duvarları aşılıyor. Günleri insanlar arasında döndüren Rabbimize hamd olsun.[15]
[1] Kaya, Rıdvan, Ortadoğu İntifadası Despotizmin Sonbaharı, Ekin Yay., İst., 2012, s. 146.
[2] A.e., s. 8.
[3] Şuara 26/49.
[4] Kaya, a.g.e., s. 85.
[5] A.e., s. 89.
[6] A.e., s. 29.
[7] A.e., s. 49.
[8] A.e., s. 105.
[9] A.e., s. 113-114.
[10] A.e., s. 111.
[11] A.e., s. 43.
[12] A.e., s. 97.
[13] A.e., s. 46-47.
[14] A.e., s. 45.
[15] A.e., s. 27.