“Meşe seli” gibi bozbulanık akıyorum; şu “Şubat” girdi gireli…
Bu yazıyı ister okuyun, ister okumayın. Siz bilirsiniz. İsterseniz internet gazetemizden de tıklamayın. Bir yazarın herkes için yazması görevi de; kendisi için yazması hakkı değil mi?
Nevzat Küçükerdoğan söylüyor, şiirlerinde.
“Bıktım usandım dünyadan
Babam sana geleceğim
Uyanıp da bu rüyadan
Babam sana geleceğim
Neler gelir fani başa
Ağla gözümdeki yaşa
Seve seve, koşa koşa
Babam sana geleceğim
Gözlerini bana kaldır
Yüzüm kara değil aktır
Şu kesin ve muhakkaktır
Babam sana geleceğim
Sözünü tuttu Nevzat. 25 Eylül 2002’de
Bundan da öncesi vardı Nevzat’ta. Uzun bir şiirinde de;
“Birgün bu şehirden çekip gideceğim
Alıp başımı çıkacağım dağlara
Akyokuş’tan Konya’ya doğru
“Emimiler” türküsünü söyleyeceğim” diyordu. Dediğini de yaptı Nevzat.
HALÂ ŞU DAĞLARDA SESİ DURUR; HALA GÖKYÜZÜNDE YASI DURUR
Seyit Küçükbezirci, “İrfan’a Ağıt”ını dökmüşta gazete satırlarına.
20 ŞUBAT 2002/ İRFAN’A AĞIT
İRFAN
İRFAAAN
İRFAAAAAAN
Seni öyle özledim ki
Acın kavun acısı gibi
Mahcup ettin beni… böyle gidivereceğini bilemedim.
Şakayı çok severdin. Şakalara bazen güler, bazen buruturdun. Ama, böyle şaka yapacağını hiç bilemedik. Böyle şaka yapılır mı hiç İrfan?
Zülfü Livaneli’nin bir kasetinde, bir şarkıda “Şu dağlarda sesin durur, gök yüzünde yasın durur” denir. Aynen öyle İrfan. Ben gidinceye kadar, seni sevenler gidinceye kadar “Selçukya’da sesin duracak, gökyüzünde yasın duracak”.
Uzun kulaklar, arkadaş dediğin şeyler seni hiç anlamadı. Ben seni anlayanlardanım, İrfan. Ama, lanet halkası yaşam, ekmek serüvenleri seninle sürekli birlikte olmamı engelledi.
İnsanın diyemiyeceği çok şey vardır. Yarısı suç, yarısı günah, yarısı ayıp sayıldığı için söylenemez. İsterse üçü de olsun İrfan; Sana layık olamadık. Kıvırtmaya lüzum yok, sana layık olamadık. Adın gibi İRFAN’sın… sana ben bile layık değilmişim, şimdilerde daha iyi anlıyorum.
Niyazi’de İrfan’ı takip etti. Bana, “Hasret için zaten az bir şey kaldı” derken kalbine daman bir gerçek varmış. Üç yıl sonra onu da uğurladık. Niyazi’nin deyimi ile “Aşiret bozulunca” böyle oluyordu.
Ona “Niyazi” derdik. Ama, O aslında, Konyalı’nın dediği gibi “Niyaz”dı. Bence “Niyazi” değildi. Farkında mısınız, “Niyazi” ile “Niyaz”ın arasındaki farkın?
“Niyaz” etti ve gitti.
İrfan gidince, Niyaz bana demişti ki “Hani o Eğin türküsündeki gibi. Ağam öldüğüne inanamirem”.
Görüyor musunuz; biri gideli onbir, biri gideli 7 yıl olmuş; hala “inanamirem”.
AH, ŞU TÜRKÜLERİN GÖZÜ KÖR OLSUN
“Ah şu şarkıların gözü kör olsun” demişler ya. Eksik söylemişler; türkülerin de gözü kör olsun.
“Bu da gelir, bu da geçer ağlama” dendiğine hiç bakmayın. Bu da geçmez, o da geçmez. Geçer diye bir şey varsa eğer, deler de geçer.
Son on yıl hışım gibi geldi/geçti benim için. Dördüncü Murat’ın söylediği gibi “Rüzigar” sert esti.
Önce İrfan, ardından Nevzat Küçükerdoğan, ardından Vehbi Durmuş, ardından Yalçın Dikilitaş, ardından Sefa Odabaşı, ardından İbrahim Sur.
Bir deyim var; “Bendeki yara, sende duvarda” diye. Olabilir, gücenecek bir şey yok. Eski Silleliler. “Herkes kendi ölüsüne ağlar” derlermiş.
Şu Namdar Rahmi var ya, şu Namdar Rahmi. Ben bunları kırık dökük yazmaya çalışırken, O, insanın traşını gözünün önüne döküveren şiirini okuyor, dursuz duraksız, belki, ardı ardına, yüz kez. “Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye.
Telaş etme Namdar Rahmi, sürüyoruz işte, Niğde’ye doğru.
NEVZAT KÜÇÜK ERDOĞAN’IN ÖFKESİ
“Kağıttan Tepeler”imin içinde deşinirken buldum. Bir “esercedid kağıdı”na daktilo ile yazılmış. Önce dörde, sonra seksize katlamışım. Cebimde aylarca gezdirdiğim belli; bütün yerleri aşınmış. Altına da dolma kalemle adını yazmış; Nevzat Küçükerdoğan” diye. Başlığı “Siz Deli Ettiniz Beni”.
Şiirden, “2001 Krizi” sonrası olup bitenlere bakılarak yazıldığı belli.
Öyle bir ekonomik, ardından sosyal deprem olmuştu ki; ben de dahil, “Taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmamıştı.
“Şair” biraz da “Öfke” demektir. Birazda, ne demek; yeni geldiğde, icap ettiğinde “serapa öfke” demek.
Birlikte dinleyelim, Nevzat Küçükerdoğan’ı…
SİZ DELİ ETTİNİZ BENİ
Yeter lan
Hergün mark dolar borsa faiz
Derviş yasaları ekonomik kriz
Deli ettiniz beni siz delirttiniz
Renkleri karıştırdım sizin yüzünüzden
Beyazı maviye maviyi karaya boyattınız
En sevdiğim yaratıkları
Gönlümden silip attınız
Radyolar susturup, ekranlar karartınız
Deli ettiniz beni siz delirttiniz
Her sabah sayfalarca rezalet
Sütunlar dolusu pislik
Ülkemi ülkemden
Beni benden çalıp gittiniz
Deli ettiniz beni siz delirttiniz
Sahipsiz topraklarda saraylar kurup
Haneleri viran ettiniz
Sizler zevkin doruklarında
Boynu bükük bebekleri aç bırakıp
Dağ gibi adamların alıp elinden işlerini
Bir somun ekmeğe muhtaç ettiniz
Deli ettiniz beni siz delirttiniz.
BİR TEL KOPUNCA, AHENK BOZULUNCA
“Neva Telim” kopunca, ahenk bozulunca
“Hiç bitmeyecek bir zevk verirken beste
Bir tel kopar ahenk ebediyen bozulur”
Aynen öyle oldu; İrfan gidince, Niyaz gidince. Arkalarına Nevzat, Yalçın, Vehbi, Sefa, İbrahim düşünce…
Farkında mısınız, benim ne durumda olduğumun? “Ne doğan güne hükmüm geçer/ Ne halden anlayan bulunur/Aklımdan ölümüm geçer.
Hiç dert değil. Şimdi, Optima’yla “Şubat Ağıtı”nı bilmem kaçıncı Şubattır yakarken, Parsana Camii’nden bir Sala.
Atilla İlhan, eski bir gramafonda, eskilerden bir Cuma çaldığını söylüyor.
Pikapta “Güle sorma, o bilmez” şarkısı dönüyor.
“Karlı Kayın Ormanı”nda, bırakıp gidilen gonca gül” için hayıflanıyor.
BU ŞUBAT NEMNEŞEKİL BİR AY
Bu şubat hiçbir aya benzemiyor. Yarısı kışa, yarısı bahara benzer gibi yapıyor. “Cüce Şubat”, “Gücük” demişler ama, bence kaypak bir ay.
Şubatı sevmiyorum. Şubat içime “ilimiyor”. 2002 de darmadağın olmamız bu ayda başladı. Sonra dursuz duraksız sürdü. “Rüzigar hala sert esiyor”.
BU AY EFKARLIYIM
Gelecek ayı bilemem, bu ay efkarlıyım. Nevzat Küçükerdoğan’ın şiirini bu ayki bana uyarlıyorum:
“Bu ay su şehirden çekip gideceğim
Alıp başımı çıkacağım dağlara
Akyokuş’tan Konya’ya doğru
“Emmiler” türküsünü söyleyeceğim”
Bir de şu var. Elli yıl önceki Konya’ya bir gidebilsem; Muhacir Pazarı’nda “Niyet
tavşanları”nı bulup bir niyet çektireceğim. Zindankale’de kurulan çadır tiyatrolarının önünde, bütün parama yüz kasnak alıp “Yeni Harman”a atacağım.
Bir sorum var size; Bu iki cümlenin hangisi daha derin anlamlı?
“GİTMEK… BIRAKIP”
“BIRAKIP… GİTMEK”
Günü geldiğinde, ya da, gelmeden; hangisini yapmalıyım?