Müslümanların tarihinde yaşanan en acı tecrübeler, çoğu zaman art niyetli yaklaşımlar üzerinden değil, birbirlerini anlayacak kadar bile dinleyemediklerinden gerçekleşmiştir. Bu, şüphesiz çağımızın hastalığı değildir. Başta da belirttiğim gibi bu neredeyse Peygamber (as)'ın hemen vefatından sonra başlayan ve tüm Müslümanlık tarihini yakıp kavuran bir hastalıktır. Kardeşine, anlayacak kadar vakit ayıramayan ve fakat düşmanlarını, aralarına fitne sokmasına fırsat verecek kadar ağzı açık dinleyen bir kültür, bizi esir almış. Bu esarettendir ki, işlenen çok büyük şenaatlere karşı dahi, bu taraftar tahkim etme kaygısındaki hoca efendiler ortak bir duruş geliştiremiyorlar.
En son yaşadığımız LGBT olayı bunun en canlı örneği olarak boynumuza geçmiş bir zillet halkasıdır. Çıkartılması uzun yıllar alacak olan bu zillet halkasının boyunlarımıza geçme sebebi, kendi iç hesaplaşmalarımızı, üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen bitiremeyişimizdir. Bitirdiğimizi sandığımız her problem, çoğu zaman içimizdeki beyinsizler yüzünden yeni ve daha büyük sorunlara gebelik yapmış, kucağımıza doğan, elimizde ölenden daha ağır olmuştur.
Neredeyse 25 bin üyesi bulunan Ankara Barosu, belki de üyelerinin yüzde onuna bile sormadan, onayını almadan, aziz İslam'a DİB Başkanı üzerinden "yüzyıllar öncesinden gelen ses" diyerek hakaret edip aşağılarken, milyonlarca insanın sorumluluğunu üzerine aldığı iddiasındaki hoca efendiler, tabanlarının feryatlarına rağmen duyarsız kalabiliyorlar.
Neden? Çünkü DİB'le bitmeyen kavgaları var. Çünkü onların inandıkları ve kavgasını verdikleri dinle, DİB'in savunduğu din, aynı din değil. Kime göre? Onlara göre. Aramızdaki husumetin, din düşmanlarının eline verdiği gücü göremeyecek kadar basiret zayıflığı içinde olan bu beyler, nasıl bir cüret'se, milyonlarca insanın dini yaşam sorumluluğunu üzerlerine aldıklarını da iddia etmekten geri durmuyorlar.
Türkiye Cumhuriyeti, Kemalist felsefenin egemen olduğu, Laiklik anlayışının birey ve devlet ilişkilerinin her bir yerine sokuşturulmaya çalışıldığı, kurucu ideoloji CHP ve onun altı ilkesinin gölgesinin sürekli kararttığı bir ülkedir. Hal böyle olunca dinin, devletin saldırılamaz/yıpratılamaz kutsallar sıralamasında adı bile geçmez. Oysa geldiğimiz noktada, özellikle Ankara Baro'sunun sözde açıklaması içindeki "yüzyıllar öncesinden gelen ses" aşağılamasına da en büyük tepkiyi yine devlet erkanı veriyor. Niye? Çünkü DİB, devlete ait bir kurum.
Dine sahip çıkmanın bile, kimin sözü, nereye ait olduğu üzerinden tasnif yapıldığı ve destek verirken, bu hassasiyetlerin gözetildiği bir ortam, dini kaygıların hakim olduğunu iddia edebileceğimiz bir ortam değildir. Bu kaygı da, dini bir kaygı olmaktan çok asabiyet kaygısıdır. Aynı şekilde, devletle organik bağı olmayan bir hoca efendinin de, verdiği bir fetva üzerinden devlet tarafından nasıl dışlandığına ve Oda TV başta olmak üzere Kemalist beylerin önüne atılıverdiğine yakın tarihte şahit olmuştuk.
Toplumda söz sahibi bu hocaların, sosyal medyada sahip oldukları takipçi sayısının tasasından çok, ürettikleri keyfiyetin tasasını çekmeleri gerekmektedir. Bu hoca efendilerin, ucu bucağı gözükmez İslam Okyanusunda, çevirdikleri kümes büyüklüğündeki sözde çiftlikleri ve orada hapsedip hükmettikleri insanlar üzerinden birbirlerine saldırmaları dindarlık değildir. Maalesef hapsettikleri bu insanlar için okyanusa açılan bir kapı da bırakmadıkları gibi, içeriden açmaya çalışanı da tard edip dışlamışlardır.
Birbirimize saldırmayı bırakmaz ve Rabbimizin Enfal Suresi 46. ayette belirtildiği gibi "Allah ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir." hükmü gereğince gücümüz de elden giderse, hiç şüpheniz olmasın bu devletin kodları bizi tekrar milli şef dönemine çevirecek altyapıya sahiptir.
Mazallah ama, bugün yaka paça birbirine giren bu hoca efendiler, o gün geldiğinde bırakın birbirleriyle çatışmayı, içine oturup iki öğrencisiyle ders yapacakları banliyö vagonu bile bulamazlar.