Ormanda yaşayan azılı Arslan’dan bütün hayvanlar korku içindedirler. Nereden çıkacağı ve kime saldıracağı belli değildir. Dolayısıyla kendilerini güvende hissetmezler. Bundan dolayı Arslandan kurtulmak için ona içlerinden seçtikleri bir heyet gönderirler. Heyet ormanlar kralı Arslan’a, “sen tahtında otur, hergün içimizden birisini gönderir, onu yersin” şeklinde bir teklif sunarlar. Böylece sen de biz de güven içerisinde ömrümüzü geçiririz derler. Bu teklif Arslan’ın hoşuna gider. Artık her sabah bir hayvan Arslan’a teslim olmaktadır.
Günlerden bir gün, sıra tavşana gelir. Hayvanlar, ne yapalım, çoğumuzun rahatı için içimizden birisinin ölmesi gerekir, derler. Tavşana, haydi vakit geçirmeden yola düş, derlerse de, tavşan işi ağıra alır ve geç gider. Açlıktan ateş püsküren Arslan, tavşana; “nerede kaldın, niçin geciktin?” gibi sorular sorar. Bunun üzerine tavşan, erken yola çıktığını ama diğer bir Arslan’ın yolunu kestiğini anlatmaya çalışır. Arslan’ın öfkesi büsbütün artar ve şöyle der: “Bu ormanda yalnız benim hükmüm geçer. Kimmiş o Arslan? diye sorar. Tavşan da diğer Arslan’ın güçlü yanlarını saymak suretiyle dolaylı da olsa diğerini övmüş olur. Bunun üzerine ormanlar kralı Arslan, “düş önüme de o yol kesici eşkıyaya gününü göstereyim” der. Nihayet yola düşerler. Tavşan Arslan’ı bir kuyunun başına getirir. İşte, o kuyunun içindedir, der.
Aslan, hırsla kuyunun içine bakar. Suda aksini görür. Hırlamaya başlar, kuyudaki aksi de hırlar. Tavşan fırsatı kaçırmaz. “Görüyorsunuz efendim, size nasıl da meydan okuyor?” deyince Arslan büsbütün öfkelenir. “Bir diyarda iki sultan olmaz diye mırıldanır” ardından da güm diye kuyuya atlar. Böylece Arslan’dan bütün hayvanlar kurtulmuş olur. Tavşan, hayvanlara bu olayı müjdeler. (Mevlânâ, Mesnevî, I, 133–134, (1262–1368).
Mevlânâ’nın anlattığı bu masaldan sonuç olarak şu ahlakî ilkeyi çıkarabiliriz: Bu hikâyede anlatılan Arslan, insana kötülüğü telkin eden nefs-i emareyi, Tavşan ise, akl-ı mead’ı temsil eder. Tavşanla sembolize edilen akl-ı mead, nefs-i emare ile sembolize edilen Arslan’ı kışkırtıp gururuna dokunacak sözlerle emarelik makamından ayırır. Onu, sonuçta riyâzet kuyusuna atarak orada nefsin kirlerinden arınmasına vesile olur. Böylece bedene egemen olan kötülüğü emreden nefis, denetim altına alınmış olur.
Ayrıca bu hikâyeden şu ibretlik sonuçları da çıkarmak mümkündür:
İnsan, zayıfları yardımcısız görüp, haksızlık yapmamalıdır. Cismin büyüklüğünün faydası yoktur. Nice cüssesiz hayvanlar; sinek, pire, tahtakurusu insanı aciz bırakır. Bir mikrop bile insan hayatını sona erdirmeye vesile olur. O halde büyüklük akıl ve ilimdedir. Dükkanın büyük olması önemli değildir, önemli olan gönlün büyük olmasıdır. Bu sebeple kim kendi gururuna kapılırsa, kuyuya düşen Arslan’a benzer. Allah, hiç kimseye zulmetmez, insanlar kendilerine zulüm yaparlar. Arslan, birçok hayvana zulüm yapmakla kendi kuyusunu kendi eliyle kazmış ve o kuyuya düşmüş oldu. Mevlanâ’nın dediği gibi, zâlimlerin zulmü karanlık bir kuyu gibidir. Hiçbir kimse kendi kudretine bakarak, zayıf gördüğü kimseleri ezmemelidir. Üstünlük Hak’tan gelir. O halde insan nefsini kötülüklerden arındırmalıdır. Nefsini kötülüklerden arındıran kimse, Tavşan gibi hür olur, arındırmayan da Arslan gibi tutkularına yenik düşer ve kaybeder. Çünkü bir hayvan türü olan Arslan’la savaşmak kolaydır ama nefis Arslan’ıyla savaşmak zordur. Önemli olan nefis Arslan’ını yenmektir. İnsan o zaman özgürleşir.