Geçen Cuma, bir hocamızın arzusu üzerine bir büyük camide hem va’z etme, hem hutbe okuma ve hem de namaz kıldırma imkanım oldu. Müslüman kardeşlerimize iki saate yakın nasihat etme imkanı bulduk. Her şey gayet iyi, güzel ve dolu dolu geçti. Namaz sonrası birkaç duyarlı (!) müslümandan şu meyanda serzenişler kulağıma geldi: Namazda Fâtiha suresi okunurken hoca dat harfini zât olarak okudu, bizim namazlarımız oldu mu olmadı mı?
Bir saatten fazla süren sohbetimizde, namaz kılmanın Yüce Allah’ın huzurunda durma, huzurda şarz olma demek olduğunu, asıl önemli olanın namazın seccadede ve mescidde bırakılmayıp bütün hayata taşımamızın gerekli olduğunu üstüne basa basa, ayet ve hadislerle anlatmaya çalıştım. Ne var ki günde kırk defa okudukları Fâtiha suresinin manasını bilmeyen, bu sure ile Yüce Allah’a nasıl söz verdiklerinden bîhaber olan, sonuçta Fâtiha suresinin mesajından uzak bir hayat yaşayan Müslümanlar, sanki anlatılanları hiç anlamamışlar ve bir ayrıntıya takılıp kalmışlar. Seksenli yıllarda İlahiyat okurken, sınıfımızdaki doğulu arkadaşlar da Kur’ân-ı Kerîm hocasıyla kaç ders tartışmışlardı. Dat mı okuyalım, zat mı okuyalım; Velattâllîn mi diyelim, Velazzâllîn mi diyelim diye. Hatta bazı arkadaşları Cezerî Hocanın açıklamaları kesmemiş olacak ki Şubat tatilinde memleket dönüşünde medrese hocalarından aldıkları bilgi ve buldukları birkaç Arapça risale ile yine hocamız ile tartışmışlar, sonuçta karşılıklı tartışma devam etmiş, taraflar da ikna olmamışlardı.
Aslında konu eskiden beri tartışılmış, bazı harflerin telaffuzu üzerinde yazılıp çizilmiş, tartışmalar olmuş; olabilir de. Özellikle ilim erbabının geniş ve rahat zamanlarının olduğu dönemlerde bu nevi tartışmalar normal de karşılanabilir. Ancak Ümmet kan ağlarken, dünyanın her yerinde Müslümanların kan ve gözyaşı sel olup akarken; içinde yaşadığımız toplumda Müslümanlar genç erkek, kadın erkek savrulurken, din anlayışı ve din algısı konusunda çok ciddî yanlışlar varken, ahlaksızlığın enva i çeşidi namazlı müminlerin bile hayatını kuşatmışken; Müslümanların çocukları gayesiz başıboş bir hayatın içerisinde bocalarken; insanların çoğunun birinci önceliği dünyalıklar olmuşken; öncelikler sırasında dinin yeri belki sonlarda kendine yer bulurken… Cami cemaatinin, kendisine anlatılan onlarca ayet ve hadis ışığındaki sohbeti kulak ardı edip bir harfin telaffuzuna takılıp kalmaları ne kadar garip!
Geçmişte de öyle olmamış mıdır? Cumhuriyet meclisinde Hılafet tartışmaları yapılırken, bu konuda oylama yapılırken bazı hoca mebusların kuşluk namazı ile meşgul oldukları rivayet edilir. Yine Osmanlı cephelerini birbir kaybederken Anadolu’nun bir merkezinde ulema (yahut ulama) Kur’ân’ı okuyup bitirdikten sonra, Sübhane Rabbine Rabbil mi yoksa Sübhâne Rabbike Rabbil izzeti ammâ yasıfûn demek mi doğru ve efdaldir tartışması yapıyorlarmış!
Bizim İlmihallerimizde ibadetlerin şekli sayfalarca anlatılır da çoğunda ibadetlerin ruhu ya çok kısa bir şekilde anlatılır ya da hiç anlatılmaz. Bakınız elimizdeki ilmihallerin kaçında Namazın hikmeti, ruhu, namazda huşu ve hudu’ konusu uzun uzadıya anlatılır. Kaçında orucun, haccın, zekatın ruhu, hikmet i teşriyesi genişçe ele alınır.
Sonuçta ne oldu? Şekil öne çıkan namazlar kılındı ama namaz ruhu hayata hâkim olmadı. Ve namaz seccadede kaldı, eve çarşıya pazara, iş hayatına, sosyal hayata taşınamadı.
Elbette ayrıntılar önemlidir, ancak ayrıntılara takılıp kalmak, ayrıntılar içerisinde kaybolup asıl hususlardan uzak kalmak yanlıştır. Hele tartışmalı konulara takılıp kalmak, tarih boyu tartışılmış bir konuda taraf olup, diğer tarafı bütünüyle yok saymak ne kadar yanlış!