Tüm dünya bilir ki terör bir sonuç alma yöntemi değildir. O sebeple teröre bir şekilde muhatap olmuş ülkeler, bir taraftan terörle silahlı unsurlar üzerinden mücadele ederken, öbür taraftan da terör örgütlerinin tabanlarına izlenen bu yolun sonuç verici bir yöntem olmaktan çok şiddet ve korku üretici bir propaganda aracı olduğunu da anlatırlar. Anlatırlar ki bu korkuyu yaşamakta paydaş olan tüm kitleler teröre karşı tek vücut olsunlar ve esaslı bir duruş geliştirebilsinler.
Tüm insanlığın vicdanını ayağa kaldıran toplu katliamlar, sivil yaşam alanlarında gerçekleştirilen intihar saldırıları ve en önemlisi savaşa taraf olmamış insanların yaşadığı sivil alanların terörün mücadele alanları olarak ilan edilmesi, bu mücadeleyi yapanların varsa bir sözü, onu da anlaşılmaz ve hatta konuşulamaz kılıyor. O sebepledir ki, kimi hak sözler aynı zamanda terörün de dillendirdiği bir kimlikle tanımlanınca değerini kaybediyor, etkinliğini yitiriyor. Son dönemde İslam dünyası bu sorun üzerinden kendini ifadelendirmekte zorlanıyor ve müktesebatının yanlış sunumu dolayısıyla da hiç de hak etmediği bir yükün hamallığını yapıyor.
Kabul edelim ki, batının ortaya koyduğu, İslam dünyasının da bir anlamda benimseyip kabul ettiği kamplaşma ve ötekileştirici tarzın, düşman çoğaltıcı ve savaşı şiddetlendirici tuzağı hepimizi esir almış durumdadır. Haklının kim olduğu sorusunun gerçek cevabıyla buluşma ihtimali hiç bulunmayan “haklı biziz” savaşları, sadece son beş yılda yüz binlerce masum cana mal oldu. Coğrafyamız ve yaşam alanlarımız kendi ellerimizle talan edildi. Ürettiğimiz düşmanlıklar oluşan kan davasını kalıcı hale getirdi. Ne ölen ne de öldüren bu kavganın kendisini tatmin eden gerekçelerini üretemeden yitip gitti. Taraf tutanlar, teşne olanlar, ateşi benzinle söndürmeye çalışanlar hep bu tarihi yıkımın günah yükünü taşıyanlardır. Eğer bir gün aklıselim egemen olur, coğrafyamız durulur ve geriye dönüp bakabilirsek ne denli büyük bir vebalin altında ezildiğimizi fark edebileceğiz.
Harita değişimlerine sebep olacak günlerin hemen arafesinde olan coğrafyamız, öbür taraftan içine Türkiye’yi de almak isteyenlerin çabasına tanılık ediyor. Terörü üreten ve yönetenlerin sabrı, taşı çatlatan cinsten. Her bir püskürtülüş, yeni bir atak olarak doğuyor. ABD ve batının yeni keşfettiği ve pek hoşlarına gittiği çok belli olan çayın taşı ile çayın kuşunu vurma teorisi ritmik aralıklarla Türkiye’de uygulamaya sokuldu. Bizi, kendi insanlarımız ve kendi değerlerimiz üzerinden zayıflatmaya çalışıyorlar. 7 Şubat 2012’den itibaren mütemadiyen denenen ve en son Doğu/Güneydoğuda başlatılan hendek kazma, barikat kurma, silahlı eylemler ve patlayıcı tuzaklamalar sürecin nasıl acımasız işletildiğinin en açık delilidir.
Terörün, Türkiye’yi 1984 yılı Eruh saldırısından sonra bir biçimde esir alıp meşgul ettiği gözardı edilmez ise, geçen bunca zamanda kimlerin hangi şekilde terörü destekleyerek barışı ve çözümü değil de, çatışma ve şiddeti arzuladığını görürüz. Bizi terörle terbiye etmeye çalışanlarla haritayı değiştirmeye çalışanlar aynı güçler. Bunu sokaktaki insanımız biliyordu, şimdi daha iyi anladı. Stratejik ortaklıkların bizi ve bölgemizi getirdiği durum ortada. Reel politiğin dayattıkları kaçınılmaz. Gönüllü ilişkilerimiz ise anlaşılmaz. İkisi arasındaki ince hattı Türkiye ve coğrafyamız lehine dönüştürebilmek zor ama bacerilemez değil. Yeterki ABD ve batıya, Rusya ve Sanghay dışında bir ihtimalimiz daha olduğunu gösterebilelim.