Devlet-i Ali artık sona doğru yaklaşmaktadır. Tanzimat, Islahat derken, Meşrutiyet kalmıştı ilan edilmedik, onu da çok yakın bir gelecekte ilan edecektik. Peki kendi isteğimizle mi oluyordu bütün bu ilanlar? Maalesef hayır. Ama tepeden de gelmiyordu. Türkiye’de bütün değişimler tepeden gelir tespitinin de ne kadar yanlış bir tespit olduğunu tarihin tozlu sayfalarına, ıslahatların hangi zaman ve zeminlerde ilan edildiğine bakınca net bir şekilde görüyoruz. Türkiye’deki değişimlerin pek çoğu “tepeden” değil, “dışarıdan” dayatılır.
Bundan tam yüz otuz yıl önce bir toplantı yapıldı. Toplantı 23 Aralık günü Haliç Tersanesi'ndeki ‘Bahriye’, yani Denizcilik Bakanlığı binasında yapıldığı için tarihlere “Tersane Konferansı” diye geçti. Resmi gündem, Rusya ile savaş halindeydik. Ruslar'ın güçlenmesinden çekinen Avrupalılar İstanbul'da bir barış konferansı toplanmasına karar vermişler ve temsilcilerini göndermişlerdi. Anlayacağınız İstanbul'a destek ve Rusya'ya gözdağı vermekti konferansın amacı. Ama görünmeyen gündem, talepler çok daha başkaydı: Avrupa Türkiye'den bir şeyler kopartabilmenin, Babıáli yani o zamanın Türkiye’sinin hükümet merkezi ise Avrupalı olabilmenin peşindeydi.
Türkiye, Tersane Konferansı'nın öncesinde, Avrupalı olabilmeyi bu defa başarabilmenin hazırlıklarıyla meşguldü. O zamana kadar hep “Köklü reformlar yapın, ondan sonra görüşelim” cevabını almış ve kapıları bir türlü açtıramamıştık. Alelácele ilán edilmiş bir anayasa ile işi bağlayabileceğimize inanıyorduk. Bunun için Sadrazam Mithat Paşa devredeydi. Namık Kemal ve diğer arkadaşlarıyla birlikte hak ve özgürlüklerin bir anayasa ile ilan edilmesi gerektiğini düşünüyorlar bunun da Avrupalı devletleri memnun edeceğini söylüyorlardı.
Bu nedenledir ki ilk anayasamız, 23 Aralık sabahı, Tersane Konferansı'nın başladığı saatlerde top atışlarıyla ilán edildi. Avrupalılar'a “Biz de artık sizler gibi olduk” deyip göğsünü gere gere “Bizi aranıza almanızın önünde bir engel kalmadı” dedik ama işler pek öyle gitmedi. Avrupalı delegeler, burnumuza aynı talep listesini dayadılar. ‘‘Dinlere özgürlük, işkenceye son, vergi sisteminin düzelmesi ve ekonomik reform’’ diyorlardı ve neticede aralarına giremedik.
Ama bütün bu Avrupalı olma heveslerimizin neticesi hep aynı oldu: TOPRAK KAYBI.
Nitekim 24 Nisan 1877 günü Rusya, Osmanlı Devleti’ne resmen harb ilan etti. Mali 1293 senesine rastladığı için “93 Harbi” denilen bu savaş, Edirne Mütarekesi’ne kadar dokuz ay sürdü. Plevne’de Gazi Osman Paşa, doğuda Ahmed Muhtar Paşa’nın kısmi başarılarına rağmen savaş umumi bir bozgunla neticelendi. Ruslar Edirne’ye girdiler ve Yeşilköy’e kadar geldiler. Doğuda ise Kars düşmüş ve Rus kuvvetleri Erzurum’a yaklaşmıştı. Savaşlarda on binlerce Müslüman-Türk şehid olurken, bir o kadarı da İstanbul’a akın etti. Muhacirler bir plan içinde Anadolu’nun çeşitli bölgelerine yerleştirilmeye çalışıldı.
Tersane görüşmeleri sonunda aslında bugüne taşınan pek sorun da yaratılmış oldu. Ermeni Meselesi’ni, insan hakları, azınlıklar konusunu daha açık ve daha baskıcı bir dille dayattı Avrupa. Insanhakları, Müslüman olmayan azınlığın haklarından başka bir şey değildi o gün. Bugün de aynı şey değil mi?
3 Ekim görüşmelerini, Tersane Konferansı’ndan ayıran nedir?