El Kaide tarafından üstlenilen bir otel saldırısıyla 2005 yılında Ürdün’de katledilen Mustafa Akkad’ın “Çağrı” filmini seyretmeyeniniz yoktur. Varsa da tüm İslam toplumunun en önemli meselelerine ışık tutan Çağrı ve Ömer Muhtar filmlerini seyretmenizi tavsiye ederim. Birisi İslam’ın direniş ve mücadele ruhunu ve ahlakını, diğeri Muhammed (as) hayatını ve taşıdığı mesajı anlatır. Her ikisi de hem yapım kalitesi hem de içeriği anlamında tüm zamanların eskimeyecek yapıtları arasındadır.
Çağrı filminin neredeyse her sahnesi benim açımdan öğretici ve etkileyiciydi. Çölün ortasında kurulan bir çadırda Ömer Muhtar liderliğindeki Libya halkının temsilcileriyle, işgalci İtalyan hükümeti barış görüşmeleri yaparken, Ömer Muhtar İtalyan hükümeti temsilcilerine doğru uzanıp, “madem barış görüşmeleri yapıyoruz ve madem savaşı ve işgali bitirmek istiyorsunuz, Bingazi’ye indirdiğiniz binlerce fıçı su kimin için?” Diye sormuş, ardından da onlara, “siz hiç barışı istemediniz” demişti.
Şimdi aynı soruyu ABD’ye soralım. Madem barış istiyorsun, madem Suriye’de huzur istiyorsun, madem milyonlarca Suriyelinin evine dönmesini önemsiyorsun, yüzlerce tır ağır silahlardan oluşan sevkiyatı PKK/PYD’ye niçin yapmaya devam ediyorsun? Şu ana kadar 900 tırın üzerinde sevkiyat gerçekleşti. Daha bir o kadar da yapılacağı söyleniyor. İçinde ZPT’ler, tanksavarlar, uçaksavarlar ve on binlerce ağır makinalı tüfekler, uzun menzilli suikast silahları ve kızılötesi lazer aydınlatıcı dürbünlerin olduğu bir sevkiyat gerçekleşti. Gerçekleşmeye de devam ediyor.
Şimdi soru şu,
Tüm bunlar kimin için?
Mazlum Suriyeliler için olmadığını biliyoruz. Esasen 2011 Mart ayında çıkartılan iç çatışmanın da Suriyeliler için olmadığını biliyorduk. Ne ABD ve AB ülkelerinin ne de ipi batının elinde körfez ülkelerinin Suriye diye bir derdi olmadı. Ta başından bu yana onların tüm derdi, Kuzey Suriye’de kurduracakları bir PKK Kürt devleti eliyle Suriye’yi bölüp parçalamak ardından da Türkiye’yi vurmaktı. Bu proje için yüzbinlerce Suriyeliyi katlettiler, milyonlarcasını da yurdundan yuvasından ettiler.
Şimdi Suriye iç savaşından elde edemedikleri sonucu, sahaya kendileri inerek almak istiyorlar. O sebeple ABD, Suriye’nin kuzeyinde ve Türkiye sınırı boyunca onlarca askeri üs kurdu, yığınak yaptı. Hiç şüphesiz yaşadığımız sessizlik, yaşayacağımız fırtınanın habercisidir. Artık Suriye iç savaşının Suriye ile birlikte Türkiye’yi de işgal etmek için üretildiğinden şüphemiz yok. Bunu anlamayan kimi kesimlerin ayak diretmesi bu gerçeği değiştirmeyecek. Suriye iç savaşının, Fırat Kalkanı operasyonuyla ABD’nin hesaplarını altüst eden bir noktaya dönmesi de Türkiye ile ilgili planların rafa kaldırıldığı anlamına gelmiyor. Öyleyse ne yapılmalı?
Ne yapılmalı sorusu, cevabı zor ve bir o kadar yıpratıcıdır.
Öncelikle yapmakta geciktiğimiz şeyler gecikmeden yapılmalıdır. Eğer bir ve parçalanmamış bir Suriye talebimiz varsa bunu yüzlerine haykıracağımız kesim bellidir. Suriye’nin parçalanmasını ve bu parçalar üzerinden bizi ve coğrafyamızdaki diğer ülkeleri böl ve yut yapmak isteyenleri biliyoruz. Yaşanan yaşanmıştır. Geriye dönmek ve sürecin başlangıcını hem Suriyeliler hem de bölge ülkeleri lehine çevirmek mümkün değildir. Ama an itibariyle hesaplar yeniden kontrol edilmeli ve başlangıcını değiştiremeyeceğimiz sürecin, sonucuna mutlaka etki etmeliyiz. Bunun Suriyelilere bir iyilik değil, aynı zamanda bizim de var olma ya da tarihe gömülme kavgamız olduğunu unutmayalım. Hükümet tarafından da bunun yapıldığını ve sürecin tamiri için çaba sarf edildiğini görüyoruz.
ABD’nin tır tır ağır silahlarla yardım ettiği PKK/PYD güçleriyle birlikte güney sınırımız boyunca yerleşmiş olmasının bir işgal hazırlığı olduğunu okuyabiliyoruz. Dostlarımız net değilse de düşman belli. ABD, kendisini bundan daha fazla açık edemezdi. Ben bunun bizim açımızdan faydaya dönüştürülebilir bir pozisyon olduğuna inanıyorum. ABD ve batı ile ilişkilerimiz hiçbir zaman sıfır ilişki biçimine düşmemeli. Zaten bunu istemek, reel siyaseti, ekonomiyi ve hatta kuşatıcı gerçekliği reddetmek demektir. Ama ABD ve batıyla ilişkilerimizi ipi kendimizde, özgür ve iradesi ülke menfaatlerine göre tecelli eden bir biçime dönüştürülebilirse -ki ihtimal dışı değil- o zaman hem büyümenin, hem güçlenmenin, hem de küreselleşmenin önü, sonuna kadar açılmış demektir.
Zorluklarla kuşatılmış gibi görünsek de her geçen gün, bizi özgürleştirirken onları suçüstü yaparak insanlık vicdanında mahkûm ediyor. Bu, batıyla yüz yıllık, ABD’yle altmış yıllık ortaklığın kontrollü bir krizle düzene sokulması demektir.
Bu fırsatı kaçırmayalım.