Akşam ezanı okunuyor. Anıtın sağ yanındaki Amber Reis Camii’ne doğru hızlı adımlarla ilerliyorum. Çeşitli yaşlarda birkaç kişi de benim gibi cemaate yetişme telâşı içindeler. Ayakkabılarımı ayakkabılığa bırakıp girerken, içeriden müezzinin sesini işitiyorum. Kamet getiriyor. Bu arada bir şey dikkatimi çekiyor. Caminin iç giriş kapısının solundaki o birkaç metrekarelik yerde, biri hayli genç, öteki neredeyse yaşlı iki adam namaza durmuşlar. Hattâ biri, işte rukûya eğiliyor ve çabucak kalkıyor, sonra yine çabucak secdeye kapanıyor. Sanki acelesi var. Bu durumu yadırgıyorum . Hangi âcil iş, bu insanları cemaate katılmaktan alıkoymuş olabilir?
Bu tuhaflığı sonradan şöyle çözüyorum.
Biri yaşlıca, öteki genç bu iki insan, tiyatroya gitmek için bilet almış olmalılar. Tiyatroda oyun saat 20.00’da başlıyor. Akşam namazını vaktinde eda etmek isteyen bu iki Müslüman, namazlarını cemaatle kılacak olsalar, tiyatroya yetişemeyecekler. Belki beş dakika, belki on dakika gecikmiş olacaklar. Bu gecikmeyi göze alamadıkları için namazlarını cemaatle değil de kendi başlarına kılıyorlar.
Biri diyebilir ki, tiyatro yöneticileri oyunun başlama saatini değiştirip meselâ 20.30’a almış olsalar, bu iki insan namazlarını rahatça ve cemaatle kılarlar. Bu doğru ve makul bir davranış olur. Fakat tiyatro yönetiminden böyle bir şey beklemeye hakkımız var mı?
- Evet, var. Tiyatro yöneticileri, namazlarını vaktinde kılmak isteyen Müslümanların da tiyatroya gelmesini istiyorlarsa, oyun saatlerini namaz vakitlerini gözeten bir esneklik içinde hazırlamalıdırlar. Bunu yapmıyorlarsa ve yapmayı düşünmüyorlarsa, dindar insanların tiyatroya ilgisizliklerinden veya ilgilerinin azlığından yakınmaya hakları olmaz.
- Hayır, yok. Laik bir ülkede yaşıyoruz. Özellikle devlete bağlı kurumlar, programlarını ve vakit çizelgelerini düzenlerken herhangi bir dinin ibadetlerini göz önünde bulundurmamalıdırlar.
Bu iki yaklaşımın da kendine göre haklı yönleri ve yanları olabilir. Ama benim anlayışıma göre, birinci yaklaşım daha güzel ve sağlıklı.
Bu yaklaşımın benimsenmesi ve yaygınlaşması hâlinde, bütün kurumların ve programlarının din eksenli bir işleyişe kavuşacağını, bunun da laikliği bütünüyle yok edeceğini düşünenler olabilir. Bu düşünüş din ve laiklik hakkında yerleşmiş bulunan yanlış ve katı bir yaklaşımın eseridir. Mevcut yasal çerçeve ve zemin içinde dindar bir Müslümanın, dindar bir Hıristiyanın, dindar bir Yahudinin herhangi bir dinî vecîbesini aksatmak zorunda kalmadan yaşaması pekâlâ sağlanabilir. Bunun için dini tanımanın ve ona saygılı olmanın ötesinde arayış ve yönelişlere ihtiyaç bulunduğunu sanmıyorum.