Sözlükte, travma; “Bir doku veya organın yapısını veya biçimini bozan ve dıştan mekanik bir tepki sonucu oluşan yerel yara. Psikolojide canlı üzerinde beden ve ruh açısından önemli ve etkili yaralanma belirtileri bırakan yaşantı. Travmatoloji, cerrahini yara ve bereleri tedavi eden bölümü.” diye tarif edilir.
Travma kavramı en net tanımını, bu açıdan herhalde tıp dilinde bulur. Diyelim ki kafa/baş travması denildiği zaman anlaşılması gereken açıktır: Başın darbe alması. Başı bir yere vurarak veya vurularak darbe almak, işin detayıdır. Derecesi de, vurma veya vurulmanın şiddeti ile ölçülebilir.
Travmayı sosyal alana getirdiğimizde tıptaki somutluğun yerini soyut değerlendirmeler alıyor.
“Cumhuriyet devrindeki inkılâplar bir travmadır”, denilse bunu tıp kafası ile nasıl netleştireceksiniz? Daha açık soru ile, “Alfabe İnkılâbı bir tür travma mıdır”, diye sorulabilir mi? “Elif”i alıp “A”ya vurma ya da “Be”yi alıp iki gözlü “B”ye çarpma mı akla gelecek? Konu, sonuçta zihin dünyalarının yeniden kurgulanıp inşasına yönelmeyle ilgili.. Arap Alfabeli yazı ile Türkçe düşünceyi kaydetme veya Latin Alfabeli yazıyla Türkçeyi yazma arasında, ilerleme açısından fark nedir? Bilimsel düşünceniz gelişmemişse isterseniz Çivi yazısı ile yazıp Sanskritçe ile ifade edin fark eder mi? Mısır Hiyeroglifinden, Hitit yazısına sıçrasanız da öyle...
Peki, bunca gürültü koparılan değişimin özü nedir: Kültür değişimi mi? Daha ilerisi de var tabii. Durduk yerde niçin kültür değişimi? Buna niçin gerek duyulup müthiş zahmetlere katlanıldı? Cevap bellidir. Zorunlu kültür değişimi aslında, geri kalışımıza sebep olan “İslâm Medeniyeti’nden kurtulmak” içindir. Çünkü Arap Alfabeli yazı, eski Türk dininden İslâm Medeniyeti’ne geçişte benimsenmiştir. Bir medeniyet sembolü gibi algılandığı için, Göktürk, Soğd Alfabesi yerine kabul edilmiştir. O halde Arap Alfabesi, zihinlerde İslâm Medeniyeti ile bütünleşmiş bulunmaktadır. 20. Yüzyıla geldiğimizde durum çok değişmiştir. İslâm Medeniyetine girdikten sonra, Karahanlı, Gazneli, Selçuklu, Osmanlı gibi dev devletler kuran millet; yorgun, geri, daha kötüsü bin yıldır ilerlediği yönde karşısına çıkanlara yeniktir. Batı galiptir, ilim ve teknolojide üstün olduğunu ispat etmiştir.
Öyleyse üstün olana her yönüyle benzemek, yenileni terk etmek gerekmektedir. Nasıl? Geri hatırlatan her şeyi terk ederek; kılık-kıyafeti, kurumları, yasaları, takvimi vb. eski medeniyeti hatırlatan her şeyi değiştirerek. Bu da kolay değil. O zaman zorlayarak, devlet, yasa, zaptiye gücünü kullanıp toplumu şekillendirerek.. İşte; adına ister şok, ister travma, ister zorunlu kültür değişimi, ister jakoben toplum mühendisliği deyin, ne fark eder? Zaten alandakilerde şaşkınlık başlamaktadır. Zira en az on yıl savaşıp vatanını kurtaran, “kurtarmaya gayret ettin” diye eline İstiklâl Madalyası verdiğiniz gaziye, Kur’an okumayacaksın, Ezanı Arapça okumayacaksın dediğiniz zaman travma başlamaktadır. “Allah Allah” deyip, vatan düşmanları üstüne ılgar ederek canını, kanını selsebil eden gazi, durumu anlayamamaktadır. Yenildiği zaman başına gelecekler, zaferden sonra nasıl karşısına çıkabilir? Gazi Hacı Dede’nin; namluyu üstüne çevirerek, “Yasak, okumayacaksın” diyen zaptiyenin suratına patlattığı tokadın ardından, söyledikleri nasıl değerlendirilecektir: “Ben on iki sene bunun için mi savaştım?” Tutuklanıp gittikten sonra bir haber, iz alınamaması; şokun çevreye yayılmasından başka bir sonuç sağlar mı?
Cepheye mermi taşıyan Ayşelerin, Eliflerin, Fatmaların; o zaman övülen fedakârlıkları, zaferden sonra niçin ikinci sınıf olmalarına engel olamamıştır? Karaosmanoğlu’nun Sodom ve Gomore, Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahkûmu, Yüzbaşı Selahattin’in Romanı’nda anlatılanlar düşündürmeli değil midir? İngiliz, Fransız subaylarının kollarında dans partilerine katılan mandacılar, zaferden sonra önemli yerlere gelirken; Ayşelerin, Eliflerin, Fatmaların sadece kendileri değil çocuklarının da dışlanışı nasıl bir şoktur? Kafaları inciten, bir sarsıntı mı, yoksa yüreklerden vuran ölümcül bir darbe mi?
İzmir’e Albayrağı dalgalandırmak için koşan, “Güzel İzmir seni almazsam/ Tek başıma ordusuna dalmazsam/ Leşim koksun, kara toprak almasın” diyen Kuva-yı Milliyeci gazilerin; bir dönem kıyafetlerinden dolayı Ulus’a, Kızılay’a girememesi nasıl değerlendirilecektir? “Keşke arkadaşlarım gibi şehit olsaydım da kurtardığım vatanda dışlanışımı görmeseydim” diyen bir Anadolu evladı şokta veya travmada değil midir?
Camisinin önündeki çeşmeden abdest alırken üstüne at şahlandırılan Hacı Veyis Efendi’nin, ruh halindeki çalkantıyı nasıl adlandırmalıdır: Bilge bir adamın ruh halindeki fırtına, tayfun, boran mı diyeceksiniz? Gerektiğinde takmak üzere cübbesinin cebinde şapka taşıyan, sarıklı zamanda doğmuş, büyümüş ve yaşlanmış bir adamın, ruh iklimindeki boraları düşünün. Devleti için, vatanı için Moskova’ya papaz olarak gönderilse, Londra’ya çaşıt gitse değişimi anlayacaktır. Ama kendi kültürü ile kimlik kazanan vatanında, kültürel değişimini anlamakta güçlük çekmesi, anlaşılabilir değil midir?
Bir taşra örneği düşündürür mü, bilmem.
Alâeddin Tepesi, Süvari Alayı başında İzmir’e ilk girenlerden Fahrettin Paşa tarafından düzenlenir. Düşülse baş yaracak bir mekândır. Yeşillendirilir, salıncaklar, kay-kaylar konulur. Şu haliyle, 1930-40’lı yılların çocukları için müthiş bir cazibe merkezidir. Ama “Şok” burada da devreye girer. Orada kaymak, sallanmak mahalle çocuklarına yasaktır. Bekçi, oynayan çocukları görürse, derhal “Yunan Ordusu’nu Ege’ye sürer” gibi, onları tepeden aşağıya indirmektedir. Kim sallanacak peki? Kısa-ütülü pantolonlu, iskarpinli bürokrat çocukları.. Daha garibi, Hükümet binasının batısında, Cambaz Osman Ağa’nın tatlı su çeşmesi de öyledir. Pirinç dökme musluk, çevirmeli değil basmalı çalışmakta, basınca su harlamaktadır. Ama o çeşmeden mahalle çocukları su içemez, yüzünü yıkayamaz. Ancak kısa-ütülü pantolonlular çeşmeyi kullanabilir.
Çocuklardaki şokun tersini, gazetelerin; “Halk plajı istila etti, vatandaşa yer kalmadı” hayreti ile verdiği manşetten okuyabilirsiniz. Halk, vergi, asker vb. zamanlarda gerekli bir sürüdür. Onun dışında, “Plaj, park ve diğer yerler; üstün, yüksek kesime aittir” anlayışının, burunları sürten uygulaması değil midir bunlar? Örneklerin şehirlerini yazmaya gerek var mı? Ankara’dan bütün vatana bakın, manzara 1940’lı yıllar için farklı mıdır?
Sivaslıların, Senfoni Orkestrasını dinlemesini hangi kategoriye katacaksınız? Orkestrayı gönderenler, kuranlar; Batı müziği dinleterek halkı medenileştirmeyi, Batılılaştırmayı yani halkın iyiliğini istemişlerdir. Halk ise, “Sivas Sivas olalı Timur zulmünden yana böyle zulüm görmedi” diye değerlendirmiştir. Kafasına ayağına sıkan yoktur. Ama ruhunda fırtına vardır. Anlayamamıştır. İlerlemek için müziğin değişmesi gerektiği görüşü, “Cahil aklına” yatmamıştır.
Orkestralı Sivas, Kızlı Kahveli Konya, Şapkalı Hacı Veyis Efendi ve diğerleri bu vatanın evlatlarıdırlar. Başka gidecekleri ülke, ikinci bir dilleri, kimlikleri, locaları, başka bir devletleri yoktur onların.. Üstelik uygulamalar üstünden, değerlendirmek için yeterince zaman geçmiştir. Dört nesli değiştirecek bir süreden sonra, geriye dönüp, nereden nereye gelindiğinin sorgulanması gerekli değil midir?
“Gelişmek, güçlenmek için şunları yapmıştık. Ama sonuç güçlenmeyi, ilerlemeyi değil; uydulaşmayı, sömürge ülkesi olmayı sağladı. Acaba nerede, nasıl, niçin yanlış yaptık” sorgulaması, geç kalmadı mı?
Sorgulama kırıp dökülmeden yapılmalı. Yeni şoklar, yeni travmaların tetikleyicisi olmamalı. Zira zaten çok zaman kaybettik. Daha çoğunu kaybetmeye hiç halimiz kaldı mı?