Türkiye, çok partili sisteme geçtiği 1945 yılından, Ak Parti’nin iktidar olduğu 3 Kasım 2002 tarihine kadar çoğu zaman koalisyonların esir aldığı bir ülkedeydi. Kısa aralıklarla yapılan seçimler, çözümden çok mevcut karmaşayı büyütüyor, ülkeyi siyasi ve ekonomik krizlerle boğuşmak durumunda bırakıyordu. Kimse bir sonrası günle ilgili plan yapmıyor/yapamıyor, mütemadiyen devam eden siyasi ve ekonomik kaos, içeriden ve dışarıdan bu kaosu yönetenlerce sömürüye dönüştürülüyordu. Oluşan kaosu sömürüye dönüştürmek için en uygun ortamın, koalisyon hükümetleri olduğunu söylemeye gerek yok.
Türkiye, görece olarak koalisyon hükümetlerini geride bıraktı. Bundan sonrası için de geri dönmemek üzere koalisyon oluşturma ihtimali olan sistemi, hiç çıkmamacasına gömmek zorunda. Siyasi yelpazenin tarifsiz bir biçimde onlarca ayrı partide temsil ediliyor olması anlamsız. Eğer yönetiminiz ideolojik bir devlet biçimini temsil etmiyorsa, kartelânın renklerini iki ana çizgide toplamak zorundasınız. Muhafazakâr soldan, Marksist çizgiye kadar tüm kartelâ eğer istiyorlarsa pekâlâ CHP şemsiyesi altında olabilir. Aşırı sağdan, en koyu İslamcıya kadar diğer sosyoloji de Ak Parti çizgisinde temsil edilebilir. Bu iki kesimin temsil ettiği ve içinde yönetimsel anlamda farklı sosyolojilerden paydaşların bulunduğu ama koalisyon ihtimalinin olmadığı bir hükümet modelini besleyen seçim sistemi üzerinde çalışılmalıdır. Hem devlet yönetim biçiminizin tek renk ideolojiden beslenmediği iddiasında olup, hem de ağırlıklı olarak ideolojik temsiliyetleri baskın partiler üzerinden seçim süreci dayatmak, Türkiye’nin bu dönemde yaşaması muhtemel sorunlarına çözüm üretmeyeceği gibi, küresel güçlerin dayattığı sorunlar ile de baş etmesine katkı sağlamayacaktır. Türkiye bir an önce hem kurucu ideolojinin dayatmalarından/prangalarından kurtulmak, hem de güç kaybına mani olan ve tüm sosyolojik katmanların temsil edildiğine inandığı bir siyasi temsiliyet sistemini kurmak zorundadır.
İngiltere’nin kendi içinde yaptığı oylama ile almış olduğu AB’den çıkma kararı bir önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi AB’nin dağılma sürecinin başlangıcını oluşturacak. Bu Türkiye açısından tarihi bir fırsat. Bu fırsatı sadece AB içindeki değişimleri takip ederek kazanıma dönüştüremeyiz. Onun dışında ilave çabalar ve ittifak tanımlamaları yapmak zorundayız. AB’nin siyasi yapısının baştan aşağı değişmesi, Sovyetler Birliğinin çözülmesi ile başlamışsa, AB’nin çözülme sürecine girmesi de kaçınılmaz olarak Türkiye’nin siyasi yapısını baştan aşağı değiştirecektir. Şu an Türkiye’de sahip olunan jeostratejik ve jeopolitik konumu sonuna kadar kullanabilecek bir yönetim kadrosu var. Bu kadronun AB’nin yaşayacağı siyasi ve coğrafik çözülmenin oluşturacağı boşluktan kaynaklanan payı alacağından hiç şüphemiz yok. AB’nin dağılma sürecine girmiş olması ile hem Ortadoğu’nun hem de Afrika’nın yeni oluşumlara gebe olduğunu şimdiden söyleyebiliriz.
Yukarıda zikrettiğimiz iki konuyu birleştirdiğimizde, Türkiye’nin vaktinin az işinin çok olduğunu görebiliyoruz. Allah, Kitabı Kerimde, …”Günleri (zaferi) insanlar arasında döndürürüz” Diyor. Son yüz yılı esaslı, ondan önceki iki yüz yılı ise dolaylı bir biçimde mağlubiyet günleri olarak yaşayan İslam coğrafyası, artık zafer günlerinin kapısı eşiğindedir.
Tüm coğrafyamızın eskiden olduğu gibi medeniyetimizin dinginliğini ve o dinginliğin oluşturduğu ahengi yaşayacağı günler yakındır.
Batı kendi içinde yönetimsel sorunlar yaşarken, bizim o sorunları fırsatlara dönüştürmemize mani olan her ne varsa onları ivedi olarak çözmemiz gerekir. Artık, ne Ak Parti’nin kendi içinde yaşadıkları ne de MHP’nin bir takım manipülasyonlarla ele geçirilmek istenmesi sadece o partilerin organlarını ilgilendiren bir konu değildir. Batının yaşadığı bu sorun dönemini, Türkiye hem kendisi hem de sorumlu olduğu coğrafya için çözüm dönemine dönüştürmek zorundadır. Artık yükseliş günleri yakındır. Bu günlere hizmet edecek kartelanın renkleri de kendi haline bırakılamayacak kadar önemlidir.
Yeni dönem, içerisinde koalisyonun olmadığı, en geniş temsiliyetin bulunduğu ve yükseliş günlerinin çabasına hız katıp sonuç üretecek bir seçim ve yönetim biçimine dönüşmelidir. Bu günler, tüm dünya açısından dönüşüm günleridir. Yüzyılın başında yaptığımız hatayı yapma lüksümüz yoktur. Eşlik etmemiz gereken süreçler, almamız gereken sonuçlar varken ne paralel yapının yurtdışından geliştirdiği salvolara ne de onların ve sahiplerinin içeride kullandıkları maşalara teslim olmak bize katkı sağlamaz. Bilelim ki, bir yılın bin yıla bedel olduğu günlerin eşiğindeyiz.