Ne olabilir ki Türkün sevinci? Muhtemel fikirlerinize saygı duyarım. Lâkin, sandığınız üzere para, spor, magazin gibi gündemin köpüğü olabilecek meselelerden söz etmiyorum. Bu sevinç olayını en geniş anlamda ele almalıyız ki, yarına dair kelâmımız kalsın. Dedikleri gibi baki kalan bu kubbede bir hoş sadâ olsun.*Betofın (Beethoven) Sevince Kaside adlı senfonisine ağlayarak sevindikten sonra Acaba Türk nasıl sevinir? diyerek mûsikîmize dair düşüncelerini çok ince bir şekilde ifade etmiştir. Betofın mûsikîmize böylesi bir güzelleme yaptıysa -her ne kadar günümüzde bunun hakkını veremesek bile-, mûsikî insanoğlunun ruhuna bir şekilde işlemiş bulunmaktadır. Sessiz sedasız kalabileceğimiz müddeti düşünecek olursak, bu fikre kesinlikle karşı koyamayız. Tek başımıza yolda yürürken, birden mırıldanmaya başlıyorsak yahut ıslık çalıyorsak bu neden kaynaklanıyor olabilir? Belki bir nebzede olsa korktuğumuzdan kaynaklanıyordur ama yalnızlıktan çok sessizlik ürkütüyor olmalı bizi Bu durum, ruhumuzun mûsikîye düşkünlüğünün en basitinden vücut buluşudur. Çünkü insanoğlunun bir ses arayışı -hatta sese ihtiyacı- tâ Kalü Belâdan beri sürmektedir, büyüklerimiz böyle der.**Bugün bizler mûsikîşinas atalarımızın mûsikîsine dil çıkartıyorken es geçtiğimiz tek durum, mûsikînin ruha olan etkisidir. İşte, toplum olarak tüm bu hoyratlığımızın ve serkeşliğimizin ceremesi yalnız kendimize değil, diğer nesillere de nasıl yansımaktadır görüyoruz **Mûsikî, yetenek kadar eğitim de isteyen bir kavramdır. Bunun önemini dünya çapında en iyi şekilde -bir yere kadar da olsa- kavrayan yine ecdâdımızdır. Fakat öyle hazin günler geçirmişiz ki 1926 yılında Türk mûsikîsi eğitimi yasaklanırken, 1934 yıllarında da radyo yayınından men edilmiştir. Sebep ise; bugünkü kültürümüz için gereksiz olmasıdır !*Tamamen meşk yoluyla nesillere aktarımı sağlanan Türk mûsikîsinin Osmanlılar döneminde Mehterhane, Mevlevîhane, Enderun, mûsikî esnafı loncaları ile -günümüze dek ulaşabilmesinde Mevlevîhaneler kadar büyük rol oynayan- özel meşkhanelerle güç bulmuşken, mûsikî de batıya olan özentimiz Mızıka-i Hümayun adıyla bir bando okuluyla resmiyet kazanmıştır. Sonralardan baş gösteren devlet konservatuarının ihtiyacı ise 1914te Dârül Elhan (nağmeler sarayı) adlı tiyatro ve müzik okuluyla giderilmeye çalışılmış ve İstanbul Konservatuarı olarak süregelmiştir. Türk mûsikîsinin konservatuarlar da yeniden icrasına ise yarım asır sonra başlanabilmiştir -yıl 1975-. Bu çalkalanma döneminde mûsikî alanında ne derece bir ilerleme kaydedilebilmiştir, bilinmez...*Peki mûsikîmiz şimdi ne durumdadır? Okullarda ki eğitimi nasıl sürdürülmektedir? Bunların her ikisi de tartışılası konulardır, neşter gerek! Bu konu hakkında eğitim sistemimize (!) bir göz gezdireyim ve haftaya da bunu yazalım. Hoş, zihnimde şimdiden acı bir tablo belirmiş olsa da