Ümmet, üzerindeki “ölü toprağı”ndan nasıl silkinir?
Hayat ile vahiy arasındaki zorunlu ilişkiyi gören müminlerin gündeminden, “ümmetin geleceği” sorunu asla düşmez. Bu yazıda bu konuyu, İslam’da Sembolik Dil (1) adlı eserin, yazımızın başlığıyla ilişkili gördüğümüz bölümü bağlamında ele alacağız.
Düşünmeyi teşvik eden Kur’anî ve nebevi tavır; ilk müminlerde, bilgi ve düşünceye karşı müthiş bir aşk, atılım ve onu elde etme tutkusu meydana getirmiştir. Ayrıca düşünce ve onun ürünlerine karşı, beşer tarihinin kaydetmiş olduğu en büyük hoşgörüyü meydana getirmiştir. Bu ilmi hoşgörü ve bilgiye duyulan aşk nedeniyle kendilerine kadar ulaşan birikimi, kaynağının Müslümanlar olup olmadığına bakmaksızın, kendi düşünce ve bilgi paradigmaları ışığında değerlendirmişler, üzerine yeni şeyler de ekleyerek, sonraki nesil ve medeniyetlere armağan etmişlerdir. Bu, kendi içine kapanmayı öngören “tüketici bir tavır” değildir; düşüncenin aktif kullanımı bakımından, insanı yücelten soylu bir çile ve emektir. Bu, vahiy bereketinin ikliminde boy atmış olan olumlu insanın, pozitif tavrıdır. Bu tavır, hayat karşısında genel olarak takınılan olumlu zihni-psikolojik yaklaşım biçimi olarak ifade edilebilir. Hayata dönük enerji fışkırması olarak nitelenebilecek olan bu tutum, sadece toplumdaki gelişmelerin hızlanmasını kontrol etmekle kalmaz, aynı zamanda tarihin yönünü de etkiler. Bu şekilde insan, tarihsel süreçte nesne olmaktan kurtulup, özne olmaya hak kazanır.
Nasslar, evrensel niteliklerle yüklüdür. İster Kur’anî olsun isterse nebevi, onların telaffuz edildiği zaman dilimindeki değerleri yanında, ayrıca bir de bütün zamanlar için payda oluşturan değer ve delaletleri vardır. Zaten her şeyden önce insan merkezli, yani bütün durumlarda onu gözetme amacını taşıyan bir din olan İslam’ın, böylesi bir uyum kabiliyeti ve esneklik taşıması gayet doğaldır. İslam, beşeri sistem arayışları ve modelleri karşısında, gerçek çözüm ve tek alternatiftir. Bunun gerçekleşmesi ise nasslar ile gerçekler arasında irtibat kurmak, dinin özü ve amacı doğrultusunda, sorular ve ihtiyaçlara beklenen cevapları vermekten geçer ki bunun adı da rey ve içtihat olarak belirlenmiştir. İslam’ın hayatta etkin kılınmasında ve değişik durum ve zamanlara uyum sağlanmasında içtihat, ideal olan soyut bir kavram değil, tam aksine her türlü görünümüyle, hayat ile atbaşı gitmesi gereken bir akış halidir. Zaten içtihat, sübutu ve delaleti kesin olan, yorumlanıp sağa sola çekmeye elverişli olmayan imani konularda değil ama hayatın akış ve esnekliğini takip etmek zorunda olan hükümler ve ilişkilerde söz konusu olabilir. Bu da onu, zorunlu ve hiçbir gerekçe ile vazgeçilmez kılmıştır. İçtihat kelimesinin etimolojik kökleriyle de bağlantılı olarak şöyle diyebiliriz: İçtihad, ilgili metinlerin (nass), pek çok yöntem ve bu arada sosyal gerçeklik ve zaruretler açısından, pratik ve yaşanılır gerçekliklerle bağdaştırılması; dinin özünün, aktif bir biçimde dış aleme yansıtılmasıdır. Bu sayededir ki İslam, çağlar boyunca her düzeyde ve her içerikte hayat ile özdeşleşmiş, etkin ve yönlendirici konumunu sürdürmüştür.
Çözümler ve yeni öneriler peşinde koşan bir zihin için; sürekli karşılaştırmalarda bulunmak, yeni bakış açıları kazanmak ve “düşünce pencereleri” açmak zorunludur. Bireylere, topyekûn evrene, dahası sonsuzluğa açık bir toplum oluşturmayı hedefleyen Kur’an, şüphesiz ki düşünce taassubuna karşıdır. Bireyi ve toplumu her an yenileme ve düzeltmeyi, ona doğru bir rota çizmeyi amaçlarken, başka fikir ve yöntemlerle yüz yüze gelmeyi de olumlu karşılayacaktır. Fakat bu, bir taklit ruhuyla değil, gerçek bilginin amansız bir takibi biçiminde olmalıdır. Başka bir ifadeyle, taklidin karanlığından, düşünce ve içtihadın aydınlığına geçmekle olmalıdır.
İçtihadın özel bir alan olan fıkıh usulü çerçevesine hapsedilmekten kurtulup, hayatın her sahasıyla ilgili bir düşünme yöntemi ve sistemi haline getirilmesi şarttır. Kur’an’ın sunduğu toplum ve birey anlayışında, her yönüyle siyasi ve ekonomik yapılanmalar, iman ve tevhid bilinci üzerinde yükselir. Muhammedî risalet ve toplum yapılanması da böyle bir gelişme süreci izlemiştir. O halde bugün her şeyden önce yapılması gereken şey, elimizin altındaki her türlü iletişim aracını da kullanarak, evrensel-İslami bilincin yeşermesine çalışmak; modern bir söylem haline gelen seküler küreselleşmeye karşı, ezel ve ebed uçları arasında biricik alternatif olan kadim İslami küreselleşmeyi gerçekleştirmektir. Tarih sahnesini kapitalist sistemin nihaî üstünlüğü düşüncesiyle kapatan Batı merkezli, tarihçi Fukuyama ve benzerlerinin ileri sürüğü varsayımların hilafına, beşeri tarihin, Kur’an’ın tanımladığı o vadide akmaya devam edeceğini; gerçek din, İslam yeryüzünde hükmeden biricik sistem oluncaya kadar, tarihin kendi diyalektiğinin süreceğini göstermek… İşte bu noktada, öteden beri ihmal ettiğimiz pek çok şeyden birisi olan tarihi okuma ve yorumlama, tarihin nabzını elimizde tutma ilmini, bir başka deyişle, tarih felsefesini sosyal modern disiplinlerin başına almak gerekliliği… Zaten o evrensel ve küresel ümmet bilinci bir kez yerleşti mi bütün gereklilikler kendiliğinden gerçekleşecek, tarih içindeki yerini alacaktır.
(1) Kılıç, Sadık, İslam’da Sembolik Dil, İnsan Yay., İst., 1995.