Osmanlı’nın en son terk ettiği şehir: SALT
Ürdün’le saat farkımız yok, sadece namaz vakitleri yarım saat 15 dakika oynuyor. Sabah namazdan sonra bir miktar daha uyuduktan sonra saat sekiz gibi kahvaltıya iniyoruz. Karnımızı doyurup çaylarımızı yudumladıktan sonra otobüslerimize binerek Türk okuluna doğru ilerliyoruz. Derken üç katlı küçük bir binanın önünde duruyoruz. Burası Uluslararası Hamidiye Okulu. Ürdün’de Türk Okulu açılalı daha 4 yıl olmuş. Dolayısıyla henüz hızlı bir büyüme gerçekleştirememiş. 1’den 8’e kadar eğitim veren bir İlköğretim Okulu burası. Lise kurma çalışmaları sürüyor. Final döneminde olduğu için cıvıl cıvıl öğrenciler göremiyoruz, ama bizim için küçük bir gösteri yapmayı ihmal etmiyorlar. Henüz ikinci sınıf talebesi üç-dört çocuk Türkçe bir şiir okuyor ve alkış alıyor bizden. Okul Müdürü Ahmet Köse Bey tanıtıcı kısa bir konuşma yapıyor. 22’si Türk olmak üzere 152 öğrencisi varmış okulun. İlk beş sınıf karışıkmış, ama 6. sınıftan sonra kızların sınıfı ayrılıyormuş. Yoğun İngilizce derslerine karşın haftada iki saat de Türkçe dersi varmış. Anlatıldığına göre 8. sınıftan mezun olurken çocuklar orta derecede Türkçe öğrenmiş olacaklarmış. Bu okulu Hataylı hayırseverler yapmışlar, ama ihtiyaca cevap vermediği için daha büyük bir bina için hem yer hem de kaynak arayışındalar. Tabi Konyalı hayırseverler Yemen ve Arnavutluk’tan sonra bir de Ürdün’e yardım edebilirler mi bilemiyorum…
Ürdün'de gidilmezse olmaz bir yere, bugün ülkemizin toprağı sayılan Şehitliğimize gidiyoruz. Osmanlı’nın bölgeyi yönettiği eski başkent Salt'a. Salt şehrine girdiğiniz zaman karşınızdaki tepeciklerin eteklerinde kurulu sarı taştan yapılma eski Osmanlı binaları sizlere hemen göz kırpmaya başlıyorlar. Bu üst üste binmiş ve önümüzdeki birkaç tepeyi bir gerdanlık gibi sarmış tarihi yapıları görünce Mardin şehrimizi hatırlıyorum. Orada da böyle kesme taştan evler tepeyi sarmaktaydı. Yapı olarak da Mardin evlerine çok benziyor bu yapılar. Hemen hepsi düz çatılı. Evlerin üzerleri taras, pencereler yuvarlak kemerli ve hepsi sanki birbirlerine omuz vermiş gibi üst üste inşa edilmişler.
Kıvrıla kıvrıla tepelerden bir tanesine çıkıyor tam zirvesine gelince ilerideki bahçe kapısından içeriye geçiyoruz. Tam karşımızda kesme taşlardan örülü bir kitabe duruyor. En yukarıda Besmeleyi Şerif, altında bir Ayeti Kerime ve hemen altında ise ve Türkçe ve Arapça olarak şu cümleler yazıyor.
"Bu şehitlikte, 1.Dünya Savaşı esnasında 24-26 Mart 1918 tarihleri arasında Salt bölgesinde İngilizlere karşı savaşırken şehit düşen 4.ordunun 48. tümeni ile 143, 145 ve 191. piyade alaylarına mensup Türk subay, ast subay, erbaş ve erleri yatmaktadır. Ruhları Şad Olsun."
Biraz yukarıda sanki şehitlerin ruhlarının gökyüzüne yükselişini anımsatan, kavis çizerek yukarıya yükselen helezonik bir anıt, az ilerisinde de, üst kısmı dendanlı küçük dört köşe bir bina duruyor. Müze olarak hazırlanan binadan içeriye girdiğimizde Salt garnizonuna ait siyah beyaz resimler ile birkaç belge görüyoruz. Kapısında ‘2 Aralık 2009 tarihinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından açılmıştır’ levhası asılı. İçeride cepheler ve durumları ile ilgili kayıtları inceliyor ve yeniden bahçeye çıkıyoruz. Çok bakımlı bir bahçe, her yer tertemiz. Ağaçlar, çiçekler çevre düzenlemesi göz alıcı.
Az ileride yerin altına doğru uzanan merdivenler ile karşılaşıyoruz. Bir mağara girişi burası. Ve mağaranın hemen üzerinde yine Türkçe ve Arapça olarak hazırlanmış birer kitabe ile karşılaşıyoruz. Burada da şöyle yazıyor:
“Bu mezarda 24-26 Mart 1918 tarihleri arasında Salt bölgesinde İngilizlere karşı savaşırken şehit düşen yaklaşık 300 Türk askeri yatmaktadır. Ruhları Şad Olsun.”
Merdivenlerden aşağıya inip, Şehitliğin açtığı kapıdan mağaraya girdiğimizde sembolik bir Kabir ve üzerine serili Bayrağımız ile karşılaşıyoruz. İçerideki panoda yazılı yazıları okuyunca her şey daha iyi anlaşılıyor.
Ürdün'de Unutulan Şehitlerimiz:
1914 yılı sonlarında düşüncesizce atıldığımız 1.Dünya Savaşı maceramızın artık son dönemidir. Başlarda durumu iyi olan ordularımız, kısıtlı imkanlar ve düşmanın her geçen gün artan gücü karşısında gerilemeye başlamıştır. Irak Cephesinde Bağdat elimizden çıkmış, düşman Musul'a dayanmış, Filistin ve Suriye Cephesinde ise Gazze Savaşları neticesinde ordumuz daha yukarılara çekilmek zorunda kalmış. Bu günlerde Ürdün topraklarında amansız bir mücadele başlar. İngilizler devamlı takviye edilen kuvvetleri ile ilerlerken buradaki askerlerimiz ellerindeki imkansızlıklarla sıkışmışlardır. Yönetim merkezi Salt şehri defalarca el değiştirir. En nihayetinde düşman son bir saldırı gerçekleştirir. Askerlerimiz çoğu hasta ve yaralıları ile bu mağara civarına çekilmek zorunda kalırlar. Düşman, askerlerimizin sıhhiye birliklerine bile ateş etmektedir. Çarpışmanın en şiddetli anlarında sırtını bu kayalıklara yaslamış olan askerlerimize tepenin üzerindeki evlerden de ateş edilmeye başlanır. En acısı da budur ya, yıllarca düşmana karşı kol kanat oldukların da seni arkadan vurmaktadırlar. Ve sıkışıp kaldıkları bu mağarada açlıktan şehit düşer tüm askerlerimiz. İşin ilginç yanı, aradan 60 yıl geçmesine rağmen bu mağara ve çevresi ile kimse ilgilenmez. Bu gözden uzak yer ve içerisindeki şehitlerimiz sanki birer Ashab-ı Keyf gibi yıllarca yalnız istirahatlerine çekilmiş gibidirler. 1980’lerde bir gönül ehli zat burayı ziyaretini şöyle anlatacaktır; "Arap asıllı arkadaşımla, Türk Askerlerinin yattığı söylenilen bu mağaraya geldik. Etraf taşlar ve otlar ile kaplanmıştı. Zorla da olsa mağaraya kadar yaklaşabildik. Önce arkadaşım girdi içeriye. Sonra boğuk bir haykırışla kendisini dışarıya attı. Dakikalarca kendisine gelmesi için uğraştım. Bir türlü konuşmuyor, sadece sayıklar gibi şeyler mırıldanıyordu. Derken ürkek adımlarla mağaraya ilerlemeye başladım. Kapısında durarak gözlerimi karanlığa alıştırmaya çalıştım. Olmadı. İçeriye doğru birkaç adım atmıştım ki ayağıma bir şey takıldı. Dikkatle baktığımda bunun bir insan ayağı olduğunu fark ettim. Sahibi boylu boyunca yatıyordu. İrkildim ve geriye doğru birkaç adım atayım derken bir diğeri gözüme takıldı. Tam karşımda duruyordu. Bir kayaya sırtını yaslamış, kolunu yana sarkıtmış, üstü kan içinde bir Mehmetçikti bu. Mağaradan nasıl çıktığımı hatırlamıyorum. İçeride yan yana uzanmış yaklaşık elliye yakın asker yatıyordu. İçlerinden sadece birkaçı iskelet halindeydi. Diğerleri ise, asker elbiseleri içinde uzanmış yatıyorlardı. Hatta bir tanesi oturmuş vaziyette, duvara yaslanmıştı. Bir elini de göğsüne koymuştu. Elleri arasında rengi koyulaşmış kan görünüyordu. Mağaranın dip duvarlarında da beyaz kefenleri içinde başka cesetler vardı.”
Türk şehitliğinden göz yaşlarıyla ayrılıp Hz Yuşa Aleyhisselam’ın makamını ziyarete gidiyoruz. Lut Gölü’ne paralel epeyce gittikten sonra Ürdün nehri kenarında bir kasabaya geliyoruz. Orada iki rekat tahiyyatül mescid namazı kılıp bu sefer de Aşere-i Mübeşşere yani dünyada iken Cennet’le müjdelenen on kişiden birisi olan Ebu Ubeyde Amir bin Cerrah’ın makamına doğru yol alıyoruz. Burası çok geniş bir yerleşke şeklinde planlanmış. İçerisinde cami, lavabolar, müze ve kabir var. Rehberimiz Faik Bey, Ubeyde bin Cerrah’ı heyetimize duygulu bir şekilde anlatıyor. Ardından öğlen namazımızı vaktinde imamla birlikte kılıyoruz.
Ebu Ubeyde Bin Cerrah (r.a)
Emînü'l-Ümme lâkabıyla anılan, ilk Müslümanlardan ve aşere-i mübeşşere'den. Enes b. Mâlik'ten rivâyet ettiğine göre, Rasûlullah, 'Ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekir, en şiddetlisi Ömer, en hayalısı Osman en helâl ve haramı bileni Muaz b. Cebel, ferâizi en iyi bilen Zeyd b. Sâbit, en düzgün Kur'ân okuyanı Übeyy b. Ka'b, en emîni Ebû Ubeyde'dir' buyurmuştur. Ebû Ubeyde de diğer büyük sahâbîler gibi bütün gazalara katılmıştır. Bedir gazasında müşriklerin safında çarpışan ve kâfir olan babası Abdullah'la karşılaşmış ve onu öldürmüştür. İslâm akîdesinin ilk yaygınlaştığı dönemlerde buna benzer olaylar çoktur. Meselâ, Hz. Ebû Bekir oğlu ile, Mus'ab b. Umeyr kardeşi ile, Hz. Ömer dayısı ile çarpışmıştır.
Ubeyde bin cerrah’ı ayrı bir zamanda genişçe işlemek gerek, aksi halde bu sayfalara sığmaz onun hikayesi…
Akşam yemeğini Amman’da çok geniş bir restoran’da yedik. Mükemmel bir yemek organizasyonuydu ve yemekler damak tadımıza çok uygundu. Hele yemek önünde ikram edilen naneli ve limonlu kivi suyu enfesti. Akşam namazımızı da aynı restoranda kilarak kısa bir alışverişe çıktık. Girdiğimiz alışveriş merkezinde hemen tüm Türk mallarını bulduk.
Mavi Jeans’tan LCW’ye, ETİ’den Ülker’e her şey…
Bize kısa gezimiz esnasında anlatıldığına göre Türk işadamları Ürdün’deki neredeyse tüm büyük ihaleleri alıyorlarmış. Yol yapımından askeri binalara kadar, özellikle inşaat sektöründe bir numara olmuşlar…
Cumartesi sabahı Konya’dan uçağa biner binmez bilen herkesin birer, ikişer sayfa okuyarak tamamladığı taze bir hatimle çıktığımız yolculuk, damağımızda buralara yeniden gelmek üzere güzel tatlar bıraktı. Yağmurlu bir havada geldiğimiz Ürdün’den yine yağmurlu bir havada Konya’ya doğru uçtuk….
Yeni gezi yazılarında buluşmak dileğiyle…