Şanlıurfa ve Mardin gezisi ile ilgili bir yazı yazmaya karar vermişken Sadi’nin Bostan’ında geçen “Bu yıl köy seninken iyilik yap; öbür yıl başkası kethüda olacak” sözünü neden hatırladım…
Yeri gelince not düşerim…
İlk İslam Üniversitesi’nin kurulduğu Harran Ovası’nın insanı çarpan genişliğinden mi yoksa Mezopotamya’nın ünlü şehri Dara’yı bir köy haline getiren zamandan mı başlamalı…
Gümrük Han’a oturup etrafı okumaya çalışırken yanımıza sokulup “Size Türkü söyleyeyim mi?” dedikten sonra söylüyor Hüseyin: Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar aman aman / İçerim yanıyor yar yar gözlerim ağlar…
9 kardeşlermiş, babaları Antep’e bir başka kadınla çekip gitmiş… Türkü söyleyerek harçlığını çıkarıyormuş, dersleri de kötüymüş…
“Biraz çalışsan” diyorum; gözlerini öpen kirpiklerini ‘tamam’ manasında kapatıp açıyor… Çarşıda dönüp dolaşıp ne zaman Gümrük Han’da çay içmek için dursam yanıma ilişiyor ve bir başka türküyle anlatıyor bana Urfa’yı…
1650 yıllarında Urfa’yı ziyaret eden Evliya Çelebi, Urfa’daki saraçlıktan bahsetmiş: “ .... Saraçhanesi İbrahim Halil Irmağı kıyısındadır. Onun için Bağdat serdabı gibi soğuk su ile sulanmış anayolun iki tarafı m’mur ve güzel, mevsiminde türlü çiçeklerle süslü olup geçenlerin içini açar. Oralarda bütün bilgi sahiplerinin toplandığı, dinlendiği yerler vardır.”
İbrahim Halil Irmağı’nın kıyısındaki saraçhaneler durmuyor, fakat Hasan Padişah Camii de, Eyyübi Medresesi de, Hakim Dede Çeşmesi de, Gümrük Hanı da, konakları, çeşmeleri, meydanları, sokakları da sizi tarihi bir yolculuğa çıkarmak istercesine sapasağlam ayakta…
Urfa, tarihine sahip çıkarak bir kimlik koymuş ortaya… Sadece güneş değil vefa bilir insanların duyarlılığıyla capcanlı bir tarihe çarpıyorsunuz her köşede…
Bedestende kaybolsanız da fark etmiyor, bir yerlerden bir el uzanıp sizi Balıklıgöl’ün hikâyesine çekiveriyor…
Burada da tarihi çocuklardan dinliyorsunuz:
“…Bir topal sinek Nemrut’un odasına anahtar deliğinden girerek hemen saldırıyor ve burun deliğinden girerek yavaş yavaş beynini kemirmeye başlıyor. Nemrut her çareye başvuruyor kurtulamayacağını anlayınca, keçeden yaptırdığı tokmaklarla kafasına vurmalarını emrediyor ve bu suretle can veriyor. Nemrut’un kafasına tokmakla vuruldukça (Vur ha..Vur ha.. Ur ha.. Ur ha..) diye bağırmasından dolayı buraya Urha, daha sonra da Urfa deniliyor.”
Bu hikâyeyi dinleyince gülümseyip “Nemrut Türkçe mi konuşuyormuş” diyorum çocuklara… Gözümün içine bakıyorlar; harçlıklarını veriyorum, seviniyorlar…
Urfa tam bir peygamberler şehri…
“…Nemrut, kalenin kuzeyinde kalan dağın tepesindeki iki büyük sütunu mancınık olarak kullanıp, Hz.İbrahim’i buradan ateşe atmaya karar vermiş. Tam bu esnada Allah: “Ey ateş, serinlik ve esenlik ol” diye buyurmuş. Hz. İbrahim ateşin üzerine düşer düşmez ateşin yerinde berrak küçük bir göl oluşuvermiş. Allah’ın emri ile hazırlanan o devasa ateş bir göle; ateş için toplanan odunlar da balıklara dönüşmüşler. Odunlar biraz yanmış oldukları için balıkların sırtında kara lekeler oluşmuş. Varlığına inandığı ve sürekli onu aradığı için Allah, Hz.İbrahim’e “Halilim” yani dostum demiş. Bu göle de bu yüzden “Halilurrahman Gölü” denmiş. Zeliha’nın döktüğü gözyaşlarından oluşan göle ise “Zeliha’nın gözyaşları” anlamına gelen “Ayn-ı Zeliha Gölü” ismi verilmiş…”
Kendimi bir hikâye kahramanı gibi hissettiğim Urfa’dan Mardin’e doğru yol alırken bir Güneydoğu şehrinin aklımdaki örtüsü kalkıveriyor… Bir düğüm atıyorum; yine gelirim diye… Bir dahaki sefere belki de Hüseyin sıra gecesi şarkıcısı olarak çıkar karşıma…
***
Türkülerle açıyoruz bir başka şehrin kapısını “Mardin kapı şen olur / Dibi değirmen olur / Buralarda güzel seven / Mutlaka verem olur…”
Mardin, taş kalpli bir şehir… Sapasağlam; hasta etti çoğumuzu… Güzelleri ile hem hal olmaya vaktimiz olmadı ama dönüşte pek çoğumuz ‘verem’ olduk…
Gizemli güzelliklerini keşfedelim diye az zamanda bir o yana bir bu yana koştuk koştuk…
Taze leblebi aldım, boncuk satan kızlardan mavi boncuklar…
Bir de Dara; yaşamı ve ölümü, bir varlığı bir yokluğu fısıldadı durdu kulağıma…
Güneydoğuda kethüda olanların düne ve bugüne hizmet ettiklerini gördüm…
Sanki Sadi’nin “öbür yıl başkası kethüda olacak” sözünü işitmiş gibi sahip çıkıyorlar varlıklarına… 9 bin yıllık bir geçmişin üzerinde oturan Konya ile 11 bin yıllık tarihi capcanlı kılan Urfa ve Mardin arasındaki fark burada…
Biz cırcır böceğiyiz, onlar karınca!