Burada yazılanlar Seyit Hoca’mı son birkaç aydaki gözlemlerimden ve yine onun son birkaç aydaki anlatımlarının kayda geçirilerek, not alınarak biriktirilenlerinden toparlanılmış, düzenlenmiş; (şu saatlerde) toprağa veriliyorken kaleme alınmaya başlanmış ve o Bâki Yurduna yerleştiğinin ertesi günü tamamlanmıştır.
10 Aralık Pazartesi saat 16.30 civarı gittim evlerine. Gelini Uğur Abla açtı kapıyı, Elmas Teyze namazdaydı. İşten geçmiştim oraya, yıkadım ellerimi, yüzümü; belki görüşürsem mikrop kapar diye. Geçtik salona oturduk, ev sessiz, ıssız. Hani nerede o çın çın çınlatan kahkahası ile Seyit Hoca’m… Yan odada, dünden beridir pek bir şey(hemen hemen hiçbir şey) yememiş. Anlatıyor Uğur Abla, çok halsiz, bitkin diye. Bilinci bazen açık, bazen kapalı. Kendine gelir gelmez, “Yoruyorum evladım seni de” diyormuş, karşılarında yatmaktan hicap edip oturmaya çalışıyormuş; ama nafile. Ne denir, nasıl teselli edilir bilemiyorum. Elimi, kolumu sığdıramıyorum bir yere. Daha 1 ay geçmiş-geçmemiş neşeli gülüşmelerle şu köşedeki muhabbetimizin üzerinden. İyi mi yaptım, yanlış mı yaptım, ya mikrop kaparsa benim yüzümden, Elmas Teyze dediğimde, Elmas Teyze “Kapımız sana sonsuza kadar her daim açık Serpilim” dedi. “Gel istersen Seyit Amcanın yanına” cesaret edemedim. “Üzerimde mikroplar vardır, işten geliyorum dedim. Ertesi gün Elmas Teyze -Hocamın vefatının birkaç saat sonrası- “Sen mikrop kaparsa diye kıyamadın da girmedin Seyit Amcanın yanına ama bak o gitti evladım, gitti” dedi, ona sarılıp da taziyede bulunurken….
Bir önceki gece Şevval’e yarın Seyit Amcana ziyarete gideceğim deyince acele acele bir şeyler yazdı ve uzattı elime, anneciğim beklersen resim yapıp süsleyerek daha güzel yazarım kartona, dedi. Hayır, yarın okulun var yat şimdi deyince ilk haliyle teslim etti, Seyit Amca’sına yazdıklarını. Onu çok üzgün görüyorum ben, bunu okusun umut dolsun içi, hemen iyileşsin demişti. Ama ne mümkün kendinde değildi ki Seyit Amcası… Ve ertesi gün vefatını duyunca da ben eve gelene kadar ağlamış, ama benim yazdıklarımı okusaydı, iyi gelirdi Seyit Amcama, niye okumadın sen ona diye hıçkırarak saatlerce ağladı. “Şu çocuklar için Takkeli Dağ’a giderim ama beni yarı yolda bırakıp üzenle tuvalete kadar bile gitmem” diyen Sevgili Seyit Amca’sıydı onun.
“Yakından güzel çıkmıyorum ama” diye gülümseyerek nazlanırdı, fotoğraf çektirmek istemezdi pek. Yarın öbür gün gazeteden üç güzelle birlikte fotoğrafım yayınlanacak zaten demişti en son.( Ama gidemedi tekrar, buluşamadı gazetesiyle…) Dinlemezdim, aksilik yapar çektikçe çekerdim ardı ardına. İyi ki de yapmışım, iyi ki de fotoğraflamışım her halini, her mimiğini.
Yine halsiz gelmişti bir gün telefonda sesi. Hemen hazırlanıp büroya gittim. “Üniformalı subaylarımın hepsi burada. Sen de başlarında ablalarısın şimdi tamam oldunuz işte”, demişti... Güldürüp, neşelendirmeye çalışmıştık o gün. Yasemin, Sinem, Halime ve ben. Atmaca Fatma’m derdi kızına. O sırada aramıştı Atmaca Fatma, “Hemen bir uç gel, vallahi bir uç da gel. Böyle bir topluluk Konya’da bir araya bir daha gelir mi bilmem. Planlanıp, düzenlense, balmumuyla davet edilse bu kadar güzel bir araya gelemezdi her biri aynı anda” demişti. Hepimizi sırayla saymıştı Fatma Abla’ya; “Ablaların ablası Serpil Hanım, sonra Sinem, sonra Yasemin ve tabii ki de Halime.” Sonra tek tek konuşmuştuk Fatma Abla ile. “Bana takıntı yaptı bu Atmaca Fatma kızlar, hâlbuki bakın keyfim ne kadar da yerinde demişti.” Yanlışlıkla kapatmış telefonu “Dört güzelin arasında olunca şaşırıp kapatmışım ya, tüh” demişti, Fatma Abla tekrar arayınca.
Çok şey öğrendim ben Seyit Hocamdan. “Bu bak çok önemli…”
Artık tamamen dibe vurmuşuz, kolaycılık, basitçilik, pek çokları kendilerini göstermek için yaparlar. Eğer bir ülkede kültür yozlaşmışsa, herkes o yoz kültürün arkasına düşer. Bu çok normaldir. Sürüler mezbahaya giderken, mezbahaya gittiğini bilir mi? Fakat yığınlar çok önemli değildir ülkelerin tarihinde. Zaten devletler 20-30 kişiyle kurulur. Bunun dışındaki halk, bunlar ne derse onu yapar. Anlayan bir kişi çok önemlidir. 1000 kişi şuursuzsa hiç önemli değildir, onların beyinlerine su betonu dökülmüştür, kalplerini açsak insaf-merhamet de yoktur. Acı bir eleştiri ama medeniyetleri oluşturan sadece birkaç kişidir.” Demişti. Hayatı, olayları kuşbakışı bütünüyle uzaktan izleyerek değerlendirmeyi O öğretti bana.
“Suç ve ceza... Kimseye hakkımı helal etmedim bu güne kadar, kimse de bana etmesin” derdi hep. “Vallahi billahi bu mekânın içinde(evini, bürosunu kastediyor.) kimse kimseye hakkını helal etmemeyi biliyor. Neden? Kalsın, benim davam divana kalsın. Pir Sultan Abdal’ın dediği gibi. Evde de öyle. Karı-koca olsanız da mı..? Evet, öyle. Biz Elmas Teyzenle bayağı iyi arkadaşız. Burnunun dibine gelip anlatıyorum bak doğruları. İyi dinle evladım. Hak yediysem, haksızlık ve zulüm yaptıysam görmeliyim bunun cezasını…”
“Geçen 60 seneden hiç şikâyetçi değilim ve hiç pişman değilim. Kendimin gönlü ne isterse onu yaptım. Divana da kalmasını istiyorum.”
“Şu dünyada 2 ayakkabım var. Birini Kızım Fatma aldı. 3 lacivert elbisem var. Konya’ nın en zengin adamıyım. Bu memlekete yaptığım hizmeti töbe söylemem; çünkü fisebilillah yaptım. Sebep olduğum maddi ve manevi büyük imkânları bu anlayışa inandığım için yaptım, hiç birinin üzerine adımı yazmadım. Sevap beklentisiyle de yapmadım. Çünkü bu beklentiyle yapsaydım, sevaplara mı günahlara mı yazılacağını bilemezdim. Camiyi sevap için yaptırdım diyorsun da sevaba yazıldığını nereden biliyorsun değil mi, mesela. Ön helalleşme diye bir şey olur mu? Asıl Rabb’ın onaylaması lazım.”
Çok üzülüyor, önceleri 2 güne bir daha sonra gün aşırı uğramaya başlamıştım yanına. Her seferinde anlatıyor, son hayat derslerini veriyordu bana.
Ara ara dalardı uzaklara…
“Kulağım gittikçe ağırlaşıyor, duyamıyorum. Sol gözüm hiç görmüyor. Sağ gözüm % 25 görüyor. Bak karşıda Abdullah Bey’i ve Şevval’i hiç göremiyorum evladım” derdi.
“Herkes sanıyorum kendine düşeni yaptı. Kayırma hiç olmadı. 70’li, 80’li, 90’lı yıllarda çok büyük olaylara ya kendim için atladım ya kendi geldi beni içine çekti. Nerde yıkılacak duvar varsa önüne durdum. Bazen yıkımı biraz geciktirdim ama bazen de duvarın altında kaldım ama yıkılan duvarların altında kaldığımda bir gün bile niye şunu yaptın, niye böyle yaptın diye eleştiren olmadı. Elmas Hanım da -maddi manevi büyük acılar çektiği zamanlar da bile- ‘Niye durumdan vazife çıkartıyorsun’ demedi, şikâyet etmedi, sessiz karşıladı. Ve o duruma dayanıldı. Ben eğer saman alevi gibi bir adam olsaydım elime geçen fırsatlarla farklı noktalarda olurdum. Kimseden şikâyetçi değilim, kimseye de hakkımı helal etmem. Suç ve cezaya “RAB” sadıktır. Pahalı eşya, yiyecek ve giyeceklerde yükcüllük duydum hep. Aç kalmayacak kadar idare ettim hep. Dünkü yediğin baklavanın bugüne bir faydası yoktur.
Her şeye para bulurum da yiyeceğe para bulamam. Daha bu güne kadar 1,5 adana kebap yediysem kedi olayım. Ama onun parasını şu cepten çıkarır öbürüne koyardım, kimsenin alamadığı kitapları alırdım. 5 yıldızlı otelde 1 gece bile yatmadım. Samsun da kireç fabrikası kurarken 1 gece 3 yıldızlı otelde kaldım yanımdaki mühendisler yüzünden. Bir şehirde en pahalı otelin fiyatını alırım 1200 lira, mesela. 100 liraya kalacak yer bulurum, 1000 lirayı çıkartıp öbür cebime koyarım, obje, pul, kitap alırım, sanki oteli satın mı alacağım o fiyatlara. Hep böyle düşündüm ve böyle yaptım.”
“Konuşmak istemezdi, hüzünlü şeyleri. Her şeyde bir güzellik, bir hoşluk bulmalıyız. ” derdi.
“Öyle bir metanet içindeyim ki. Hiç korkum yok ölümden inan ki.”
Çok insan çıkacak, daha çok çıkacak, daha çok çıkacak. Çok mütevazı olmayacağız. Herkese hak ettiği kadar. Prensiplerimizin dışına çıkmayacağız.(Sen biraz gelenekçisin de gerçi). Camlarımız olacak, sürekli önümüzde olacak bu cam ve insanların oradan daha ötesine geçirmeyeceğiz. Haksız iltifat edenlere de “Hadi oradan” diyeceğiz. Sürekli yaz derdi, hep yaz. 100 yılık Konya basınında senin gibi ardı ardına, sürekli olarak onlarca kitap tanıtan olmamıştır. Ben 2001’e kadar 8000 yazı yazmışım, 150 insanın evinde ya bir kişi de var ya iki kişide vardır benim yazılarımdan. Ama senin yazdığın yazılar öyle mi ya? Senin yazılarınla, insanlar gazeteyi kollarının altına sıkıştırıp akşam evlerine gitmiş, ‘Bak hanım benim için ne yazmışlar’ demişlerdir. Bunu 3 tane aldım, kızım sandığına da koy, demişlerdir.( Benim eser tanıtımlarını okuyan var mıdır diye sorardım bazen)2012’ de Yaka’dan bir yerden gelirken Elmas’a “Şurda bizim Yalçın( Yalçın Dikilitaş) vardı uğrayalım” dedim. İki kızı karısı nasıl sevindiler. Bir sürprizim var dedi Yalçın bana ve sandığından bir gazete aldı geldi. Rahmetli Yalçın’ı, 1962 de onunla ilgili bir yazı yazmışım, bakın bu genç geleceğin iyi bir şairi olacak demişim, taa o zamandan saklamışlar gazeteyi. Türk şiirine önemli katkıları vardır onun. Şimdi kızlarında ve eşinde gazete. Ben iltifatı sevmem ama attan iyi anlarım. Şu yarış atı, şu fayton atı, şu şu kadar emekle yarış atı olur, şu rekorları kırar… Baba bu bacakları ayrık zayıf, dal gibi bir tay. Sen öyle bil, bir bakmışsın 5 sene sonra tribünleri çalkalamış. Güzel olmayana boynumu kesseler güzelsin demem ama onda bir hoşluk bulur, ne kadar da hoşsun derim. Sevgili peygamber bir ölü köpeğe ne kadar güzel dişlerin varmış demiş. Vardır hoşa giden yönü.
Bak bizi yazdın. Gazetecileri hiç de sevmez aslında, Sen çözdün Elmas teyzeni , sen yazdın.Hatıra olarak saklıycaz, aldık 15- 20 tane gazete, torunları, yeğenleri okuyacak onu, bizi çok çok sonraları…
ŞEYTAN İŞSİZ Mİ KALSIN?
HAKETMEDİĞİM DÜŞMANLARIM VAR BENİM. Bu çizgide gidersen senin de olacaktır, demişti. Çelme takacaklar, buğz edecekler. Seni sana bırakmayacaklar… Bunlar koyun karşısında kurt, kurt karşısında koyun olanlardır. Birileri toplum adına, insanlık adına iyi şeyler yapılmasını hiç istemezler.
Çok üzgün dönemlerim olduğunda, bana kızar, kaşlarını çatar, kararır; “Bana bak evladım, iyice bak gözlerime. Allah kitabında ne diyor? “Mahzun olma, senin için iyi olanı sen nereden bileceksin!” Üzülme, vallahi de billahi de bilemezsin. Neyin senin için iyi, neyin senin için kötü olduğunu ancak Rabb bilir, O tayin eder.”bırak üzülmeyi sadece gülümse…
Kendisi de dönem dönem günlük işlerde streslenir, “Sarı Siyit’ i kızdırmasınlar” derdi, çok sinirlenince. “Onlar ortaya çıkardılar Sarı Siyit’i, yoktu öyle biri; ama vaktiyle çok uğraştılar o Seyit’i gün yüzüne çıkartmak için” derdi. Canı tezdi. “Biz Koç burcuyuz. Sen de benim gibisin, bilirsin işte Serpil Hanım. Bizim işimiz hemen olacak, düzgün olacak. Çabucak sonuca bağlanacak.”…
Seyit hocamı arama ritüelim vardı benim… Telefonu açar, o “Alo” deyince de “Kibar bir İstanbul beyefendisi varmış, oralarda mı acaba?” diye sorardım. (Birkaç seferden sonra o da alışmıştı, bu ritüele); “Kendileri ben oluyorum , buyrunuz efendim,hahahaaa” diyerek kahkaha atar. Her seferinde “Ayy, Serpil Hanım evladım, beni arayarak o kadar mutlu ediyorsun ki” derdi.
Büroda iken benim geldiğimi görünce sigarasını hemen söndürür, ara sıra eli gitse de yaptığından utanarak “Affedersin evladım neredeyse unutuyordum” derdi. Yeryüzünde bu kadar hassas, nezaketli ve naif kaç insan kalmıştır derdim her görüşmemizden sonra.
Son bir aydır çok daha sık sık uğruyordum yanına artık; bu sefer de… “ Ateş almaya, makas almaya geldim” diye uydurduğum tekerlemeyle hızla bürodan içeri girer, ( o her zaman ayakta karşılamak için sandalyesinden destek alarak kalkma girişimini tamamlamadan) sarılır, yanağından makas alarak belli etmeden de ateşini kontrol ederdim. ( Akşamları eve gelince dermiş eşine, Ya Elmas bu Serpil Hanım var ya … Emin ol gelip gelip benden makas alıyor, cee deyip gidiyor, anlamıyorum ben bu çocuğu… Bunu Elmas Teyze dün akşam anlattı bana.)
Her aradığımda ve yanına uğradığımda “Vefa evladım, vefa” derdi. “Sen her gelişinde beni ne kadar mutlu ettiğini, beni nasıl sevindirdiğini bir bilsen….” Önceleri iki güne bir, sonra günaşırı ve son bürodaki son haftasında her gün uğramaya gayret göstermiştim. Niye böyle sitemkârsın Hocam dediğimde de bir kez olsun birini şikâyet ettiğine şahit olmadım. Genel konuşur, muhakkak bir işleri vardır, muhakkak geleceklerdir, derdi.
Hastalığı ile ilgili de en son zamanlarda konuşur olmuştuk. Bu yadsınamaz gerçekle yüzleşiyor, büyük bir olgunlukla kabulleniyordu.“O(hastalık) vazifesini tabii ki yapacak. Önemli olan bu durum karşısında benim ve bizim nasıl tavır alacağımız derdi. “Alışacağım bu hastalığa. Bazen öyle bir öfkeleniyorum, öyle bir öfkeleniyorum ki. Ama yanlış yapıyorum. Bu durumda böyle olmamalı. Kabullenmeyi bilmeli ve ona göre davranmalı diyordu. Nasıl haftalardır gazete okumadan durabiliyorsam artık, gazetelerin, haberlerin varlığından bihaber olmuşsam, buna da böyle alışacağım. Gazetelere bakmamayı, okumadan da durabilmeyi nasıl kabullendiysem bunu da öyle kabulleneceğim” diyordu.
Son 1-1,5 yılda işitme kaybıyla birlikte görme yetisi zaten azalmıştı hocamın. “Eskiden sabah erkenden alırdım gazetelerimi, akşama kadar ilgilenirdim onlarla. Ama şimdi akşam alıp çok çok önemli bulduklarımı işaretleyip bana okunmasını rica ediyorum.”diyordu artık.
Yanındaki yardımcısı Halime Hanım’ı çok seviyor ve takdir ediyordu. 2-2,5 saatte Konya’nın öbür ucundaki işlerimi halledip geliyor. Bu kız derdi, Halime için. Edebiyat filan okumuyor. O sanki İngiltere de hemşirelik eğitimi almış. Makedonya asıllı bir Türk. Benden para filan da istemez. Kendi Uluslararası örgütlerinden aylık 2000 Usd maaşını zaten alıyormuş. Çok iyi Türkçe konuşuyor diyenlere de, ee canım dedeleri Türk asıllı, o da bir Türk diyorum.
Eserleri taşınıyordu; hem evdeki hem bürodaki. Büyükşehir Belediyesi’nin tanzim ve tahsis ettiği, Kılıçarslan Meydanı’nın yan tarafında bulunan “Seyit Küçükbezirci Kitaplığı veArşivi’ne. Hem seviniyor hem çok üzülüyordu. Hemen hemen sona yaklaşıldığında “Büyükleri gitti, küçük kardeşleri arkalarından üzülüyor Serpil Hanım. Ayırdılar bizi diyorlar” demişti. Hocam acele etme niye bu kadar yoruyorsun kendini deyince “ Nasıl bir baba hak vaki olmadan kız çocuğunu evlendirmek, mürüvvetini görüp huzur duymak isterse ben de kitaplarımı gelin ediyorum, Serpil Hanım” demişti.
Elmas Teyze “Sürekli yoklayın Serpilim Seyit Amca’nızı, bırakmayın sakın” demişti. “Seni çok kibar, narin bulur, ayrı sever seni, hep uğra Seyit Amca’na” derdi.
Gazeteci Ahmet Kuş tarafından bugüne kadar hakkındaki röportajların, televizyon ve radyo programlarının yer alacağı “O Bir Gazeteci” adlı kitabının basılacağını, benim “Konya Aydınları Üstüne Yazılar” isimli kitap tanıtım yazımı; ama özellikle de Elmas Teyze ile yaptığım “Tadı damağımda kaldı” dediği yazıyı da mutlaka en başa koyacağını anlatmıştı. “Bu iş de üzerimde bir yüktü, bunu da hallettim kötüleşmeden” derdi.
Halime ile bürodan çıkarken ayrıca görüşürdüm. “İçi kan ağlıyor Serpil Abla, tüm yalnız kaldı bir sen bir de Fatma Abla(kızı) her gün geliyor. Beklediği, uğraması gerekenler ses seda çıkartmıyor” derdi. “Olması gerekenler hani yoklar” diyordu.
Bugün “Pazartesi Röportajı” için gidecekmiş, nefes darlığı yüzünden gidememiş. Birkaç kez denedim ama toparlanıp kalkamadım dedi.(3 Aralık)
Ağrı bantları ile ayakta kalsa da hep bir şeyler üretmeye devam etti. Projeler üretti. Son olarak 13 Kasım’da “Gevale Kalesi’yle ilgili” Selçuklu Belediyesi’ne klasörler, dosyalar, Cd’ ler teslim etmişti.
Kendisini arayan insanları o an cevaplayamazsa mutlaka dönerdi daha sonra. Son konuşmamızda “Sesim çıkmıyor evladım konuşamıyorum, öğleden sonra görüşebilir miyiz?” demişti. Öğleden sonra aradığımda açmamış ve tekrar da dönmemişti bana. İşte o zaman anladım ben bir şeyler gerçekten de ters gidiyordu. 4 Aralık Salı günü hastaneye kaldırılmıştı. 7 Aralık’ta da evine gitmekte ısrar etmiş ve getirmişlerdi evlatları onu evine.
Şimdi yazacağım kısmı yine dün akşam( 12 Aralık Çarşamba) yardımcıları Hasibe Hanım’dan dinledim. “Son 1 hafta-10 gündür gece gündüz Seyit Amcamın yanındaydım. Hani sizin geldiğiniz akşam vardı ya. (10 Aralık Pazartesi. Vefatından yarım gün önce.) Gazete okumamı istedi benden. Sizinle yaptığı röportaj yanı başında -işte burada- dururdu. Onu açtım okudum, gözleri kapalı sessizce dinledi beni. (Röportajlara başlamaya karar verdiğimde, Hocamın da rahatsızlığını henüz öğrenmiştik. Rica etmişti ,evladım ilkini Elmas Teyzenle yapsan olur mu? diye. Çok fazla önemliydi bu konu onun için. Defalarca gazeteyi aramış, olmadı kalkıp gitmiş, günlerce “ şu kadar sütun olmalı, yazılar şu şekilde, fotoğraflar şu şekilde yer almalı” diye direktifler vermişti. Röportajlarının çıkacağı gün için, “Yarın biraz gazete bulmamız lazım bizim” demişti.
Hâlbuki ben zaten uzun süredir yazıyordum ve üstelik ondan ve eserlerinden bahseden birçok yazım da vardı. Ama neden bu röportaja bu kadar önem veriyor, anlayamamıştım. Ama ortada büyük bir gerçek vardı. Hocam hastaydı ve Elmas Teyze onun neredeyse 60 yıllık hayat arkadaşı, hayat yoldaşıydı. Belki ona vefasını, belki sevgisini böyle dolaylı anlatmak istemişti. Çünkü hiçbir zaman sevgisini sözcüklerle dile getirmezdi, Elmas Teyze’ye. Röportaj için gittiğimiz o gün, bizim için çok zor bir gündü. Onun çok hasta olduğunu, ağrısını dindirmek için kol bandı kullandığını biliyorduk. Lakin o, evladım demişti. Hoş bir sohbet olsun. Hüzün olmasın içinde… Belki insanlar mütebessim okudular yazılanları, yayınlanan kısmını ama o gün, orada yüzlerimiz gülerek muhabbet ettiysek de her birimiz için için ağlamıştık… )
Sonra gece yeniden fenalaştı. Gece 2’den sonra hastaneye kaldırdık ve öğlenine Hakk’ın Rahmetine kavuştu.”
SEN GİTTİN YA… ARDINDA KOCAMAN BİR BOŞLUK DA BIRAKTIN… YOLUN CENNET OLSUN BÜYÜK USTA, USTAM…