Çok yükseklerden boşluğa bırakılmış ve sonunu bulmak, bekleyene kavuşmak için doludizgin salıvermiştir kendini. Bekleyenin beklentisine son vermekten başka, özlemine çare olmaktan başka bir derdi yoktur.
Her şey şems/iyenin güneşte değil de yağmurda kullanılması, yağmura kalkan olması ile anlamını kaybetti. Oysa sırılsıklam ıslanmak değil midir aşk? Damlalar yanaklarımızı okşayarak sızarken bedenimize, sızarken sessiz bir çığlığın büyüklüğünde kalbimize, hayatı kucaklamak değil midir? Aşk! Su birikintilerinin içinde, ayakkabılarımıza dolan suya aldırmadan yürümek, duyguların peşinden sürüklenmek değil midir?
Bir sağanakta umarsızca ağlamak. Gözyaşlarını yağmurdan daha güzel ne gizler? Ve gözyaşlarından başka günahlarımı ne temizler? Sağanak ol, gel üzerime asla şemsiye kullanmayacağım, asla kaçmayacağım. Yağmuru kucaklamak seni kucaklamak değil midir? Seni gözyaşlarıma sebep etmek, sükûna ermez duygularıma katık etmek değil midir?
Ve bir ateş yakmak! O ateşin içerisine kendini atmak değil midir aşk? İbrahim’ce bir vakarla, onurla, korkusuzca yanmak değil midir? Yangını serinliğe çevirmek, yanarken ısıtmak seni, karanlığından aydınlatmak değil midir âlemi? Dans eden alevlerin içinde seni görmeli, kaybolmalıyım. Döndüğümde yine seninle olmalıyım. Yakmalı bu ateş beni, yakmalı benliğimi. Ve aşk! Küle dönmek değil midir?
Başını, koca bir şehrin en kalabalık caddesinin kavşağı yapmak değil midir?
Sonra kendini tüm dünyadan koparan, fakat hayata sımsıkı bağlayan bir kelimeyi bütün gücüyle haykırmak, ölümün, varlığın, hayatın ve evrenin zihin potasında süzülüp kulluğa ve umuda dönüştüğü bir kelimeye çevirmek değil midir aşk? Hayye alel felah.
Senin bir sözünle heyecanlanmak, bir bakışınla yetinmek, erimek değil midir? Ve bu aşk değil midir?