Fethullah Gülen’in ABD’de yasal koşullarda ve sık sık ülkeyi terketme zorunluluğu olmadan yaşayabilmek için verdiği hukuk mücadelesinde önüne çıkan en büyük engel Federal Soruşturma Bürosu’ydu (FBI). Nitekim, Gülen’in avukatları “Yeşil Kart” için açtıkları davada, bu talebi reddeden Göçmenlik Bürosu’nun yanı sıra dönemin ABD Yurtiçi Güvenlik Bakanı Michael Chertoff ve FBI Direktörü Robert S. Mueller’dan da şikâyetçi oldular.
Şimdi, bu bilgiyi de akılda tutarak, ABD’nin İstanbul Başkonsolos Vekili Smith’in telgrafının devamını okuyalım:
“Gülencilerin ABD’nin Gülen’e karşı olumsuz tavırları konusundaki spesifik endişesinin, Gülen’in avukatının ‘Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası’ndan yararlanarak elde ettiği 2004 tarihli bir FBI raporundan kaynaklandığı anlaşılıyor. Türk Ulusal Polis Teşkilatı’nda irtibatlı olduğumuz üç üst düzey yetkili, kısa süre önce bu konuyu İstanbul’daki ‘legat’ın (İstanbul Başkonsolosluğu’nda FBI’ı temsil eden diplomat kastediliyor) dikkatine getirdiler ve bu görüşmede aynı zamanda Gülen’le ilgili basılı malzemeler sunarak, FBI’ın, kendisi hakkında bir tür ‘temiz kağıdı’ verip veremeyeceğini sordular. (Not: Legat, bu tip bir kağıdı bir PR kampanyası başlatmakta kullanma niyetini gözönünde tuttuğu için, buna yanaşmadı.)”
“Her yere sızıyorlar” endişesi hâkim...
Bu telgrafın sonundaki “yorum” bölümünü, hem ABD’nin 2005 yılında Gülen’e nasıl baktığına ilişkin bir belge hem de bu bakışın daha sonraki yıllarda nasıl değiştiğini görmek için “baz” olarak aynen aktarıyoruz:
“Gülen’in kamuoyuna verdiği hoşgörü ve diyalog mesajını ve buna paralel olan İslam’ı bilim ve moderniteyle uzlaştırma çabasını hesaba katan bazı Batılı gözlemciler, onu Müslüman bir eğitimci (ya da “hoca”) olarak benimsiyor ve onu “ılımlı İslam”ın sesi olarak görmeyi tercih ediyorlar. Gülen, sıklıkla terörizme karşı konuşuyor (Kur’an’ın bazı tefsirleriyle İslam adına uygulanan terörist şiddet arasındaki bağlantıyı irdelememek konusunda dikkatli davranmasına rağmen...) Gülen ayrıca, Yahudi cemaatince kendi varlığına destek olarak algılanan tavırlar da sergiliyor.
Ancak Gülen hareketinin nihai niyetleri konusunda derin ve yaygın kuşkular hâlâ geçerli. Bu hareketin bünyesindeki çeşitli çevrelerin içine çektiği insanlar üzerinde uyguladığı baskıya ilişkin ipucu veren anekdotlara sahibiz; işadamlarına Gülenci okulları ve diğer faaliyetleri desteklemek için para vermeyi sürdürmeleri yönünde yapılan ağır baskı buna örnek. Gülencilerin kendi okul ağlarını (buna ABD’deki düzinelerce okulları da dahil), din propagandacısı haline getirilmeye müsait buldukları öğrencileri büyük bir dikkatle seçmek için kullandıkları hakkında çok sayıda güvenilir rapor elde ettik ve bu okullardaki yatılı öğrencilerin beyinlerinin yıkandığını da defaatle işittik.
Bu gerçekler, Gülencilerin Türk Milli Polis Teşkilatı dahil (İstanbul’daki ‘legat’la yaptıkları toplantıda ortaya çıktığı gibi Ankara bu gelişmenin polisin terörizmle mücadele çabalarına etkisini ayrıca ele alacak) birçok devlet kurumuna sızmalarıyla birleştiğinde, yüzeyin altında çok daha katı bir çizginin, dünya çapında bir İslamcı yayılma propagandası misyonunun yattığına işaret ediyor. Kısacası, Gülencilerin sahip oldukları uluslararası okullar ağı ile gelecek nesillere şekil verme çabaları ve sadece Türk iş dünyasına değil, resmi kurumlara da sızma konusundaki belgeli gayretleri, Türk İslamı içinde baskın bir ses haline gelmeleri halinde, ılımlı tavırlarının sürüp sürmeyeceği konusunda soru işaretleri doğmasına yol açtı. Bu nedenle Haleva’nın temkinli tutumu doğru bir tavır gibi görünüyor.”
Bu Gülenciler de ne çok seyahat ediyor
ABD’nin Fethullah Gülen cemaatine bakışı, yukarıdaki telgraf itibariyle, en iyimser tarifiyle “kuşkucu” diye tanımlanabilir. Ama 2005’ten sonra Gülen cemaatiyle temaslarını ve harekete ilişkin gözlemlerini yoğunlaştıran Amerikalı diplomatların giderek daha kapsamlı analizler yaptıklarını da görüyoruz.
Bu temasların artmasında rol oynayan çok basit bir gerekçe, 23 Mayıs 2006 tarihinde ABD’nin İstanbul Başkonsolosu Deborah K. Jones’un Washington’a gönderdiği telgrafın da konusu. Telgrafın konu satırında aynen şöyle yazıyor: “Fethullah Gülen: Onun takipçileri niye bu kadar çok seyahat ediyorlar?” Ve evet, telgraf, Gülen cemaatine mensup olan ya da olduğu tahmin edilen kişilerin ABD’ye seyahatlerini, daha doğrusu vize başvurularını konu alıyor.
Bu telgrafın başında, “Fethullah Gülen” diye yazmış dönemin Başkonsolosu, “30’dan fazla ülkede, 50’den fazlası ABD’de olmak üzere 160’tan fazla örgütten oluşan ve büyümeye devam eden devasa bir ağın merkezinde oturuyor. Sonuç olarak da, Gülen’in destekçileri Türkiye Misyonu’na (ABD’nin buradaki diplomatik temsilcilikleri kastediliyor) ulaşan ziyaretçi vizesi başvurularının giderek artan bir oranını oluşturuyor. Başvuru yapan Gülenciler seyahat gerekçeleri ve Gülen’le ilişkileri konusunda hemen her zaman kaçamak davranıyorlar; bu da, Konsolosluk memurlarında soru işaretleri yaratıyor. Bu rahatsızlığımız Türk toplumunun laik kesimlerince de paylaşılıyor.”
Aynı telgrafta, Jones’un, her yıl ABD’ye ziyaretçi vizesi almak için Türkiye Misyonu’na başvuran 75 bin kişiden yüzde 3-5 kadarının “Gülenci” olduğuna ilişkin tahmini de yer alıyor.
Orijinalini bugünden itibaren WikiLeaks sitesinde bulabileceğiniz telgrafın en tuhaf tarafı ise, Amerikalı diplomatların “Gülenci” diye etiketledikleri vize adaylarının “profilini” çıkarmış olması. Telgrafta, kuşkusuz isim-isim fişleme yapılmıyor ama “Gülenci” olduğuna kanaat getirilen vize adaylarının profili, “tek başına seyahat eden ve hiç İngilizce bilmeyen evli erkek” ya da “ortaokul çağında İngilizce öğrencisi” benzeri başlıklar altında detaylandırılıyor.
Yedik içtik ve hep cemaat konuştuk
Bu “profil” telgrafından bir yıl sonra, 27 Nisan 2007’de, yine Başkonsolos Deborah K. Jones, bu kez Gülen cemaatini anlayıp anlatmaya yönelik daha samimi bir çabayı yansıtan bir telgraf yazmış.
“Gülencilerle az viskili bir toplantı” başlığını taşıyan telgraf, 17 Nisan 2007’de ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu’nda verilen akşam yemeğini konu alıyor. “Dinî lider Fethullah Gülen’e sempati duyan ve/veya onun hakkında bilgi sahibi Türklerden oluşan eklektik bir grup” diye tarif edilen misafirlerin listesine Nazlı Ilıcak’ın karar verdiği de telgrafta belirtilmiş. Davetliler ise “gazeteci-yazarlar Fehmi Koru, Ali Bulaç ve Mustafa Akyol, Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Profesörü Niyazi Öktem ve Galatasaray Üniversitesi’nde ders veren oğlu Emre, Marmara Üniversitesi’nde ilahiyat dersi veren Mahmut Kılıç, sosyolog (Türk yazar Cemil Meriç’in kızı) Ümit Meriç, Fatih Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Alparslan Açıkgenç, Türkiye Katolik Cemaatleri Ruhaniler Kurulu Sözcüsü Georges Marovitch ve Türkiye Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Harun Tokak” diye sıralanıyor.
Başkonsolos Jones, konukların yemekte Gülen’i 1960 ve 1970’lerde İzmir’deki bir camide imamlık yaptığı günlerden itibaren anlattıklarını, onun ilahiyatçı yönü ve eğitime verdiği önem üzerinde durduklarını aktarıyor.
Papa’yla tanıştırmak için aracı oldular
Yemeğin en ilginç konuşmalarından birini Monsenyör Marovitch yapıyor. Telgrafın o bölümünü aynen aktarıyoruz:
“Monsenyör Marovitch, kendisinin diğer dinî cemaat liderlerine ve nihayet Papa İkinci John Paul’a onu tanıştırmak da dahil olmak üzere, Gülen’in ekümenik (evrensel) gündemini destekleme amaçlı çabalarını coşkuyla ve uzun uzun anlattı. Marovitch ve diğerleri, Hoca’nın birkaç yıl önce bir Müslüman mezarlığında öldürülmüş olarak bulunan ve dinlerarası diyaloga ve dünya barışına hizmet adına, Gülen’in daha geniş bir muhatap kitleyle bağlantısını sağlamak için Marovitch’le birlikte çalışan varlıklı Yahudi-Türk işadamı Üzeyir Garih’le geçmişteki bağlarını teyid ettiler. Marovitch, Gülen’in Papa’yla buluşmasını organize ettiğini ancak sonra Vatikan’ın Türkiye Misyonu’nun (Vatikan Büyükelçiliği kastediliyor) randevuyu iptal ettiğini öğrendiğini anlattı. (Not: Bu bilgi, aslında Garih’in Gülen’i, Abe Foxman’la İnkâr ve İftiraya Karşı Birlik (ADL) adlı Yahudi kuruluşunun başkanı , sonra da Foxman’ın Gülen’i New York Kardinali’yle tanıştırdığı, en sonunda da Kardinal’in Gülen’i Papa’yla tanıştırdığı yönünde daha önce duyduğumuz bilgilerle çelişiyor. Notun sonu.) Marovitch bu iptal kararının değiştirilmesi için büyük gayret gösterdiğini ve sonuçta Türk hükümetini öfkelendiren buluşmanın gerçekleştiğini söyledi. Marovitch, daha sonra, bu işte ABD hükümetinin bir dahli olduğu yönündeki kuşkuların, basının görüşmeyi ‘Marovitch’ yerine, dönemin ABD Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz’in ayarladığına ilişkin hatalı haberlerinden kaynaklandığını açıkladı.”
Washington’ın bakışı değişiyor
Jones’un telgrafının en sonundaki “YORUM” bölümü de, Gülen hakkında “laikçi” kesimin kuşkularını dinlemeye alışmış bir Amerikalı diplomatın, farklı yaklaşımlar işittikten sonraki yeni değerlendirmesini yansıtıyor:
“Gülen’e akademik, mesleki ve dinî açıdan hayranlık duyan ya da onun takipçisi olanların oluşturduğu bu etkileyici grubun ortaya koyduğu Fethullah Gülen portresi ile, Gülen’i, entrikalar çeviren, Türkiye’yi İran’dan pek de farkı olmayan şeriata dayalı bir İslamî devlete dönüştürme planı yapan bir kripto-Molla olarak gören laikçi algılamalar arasında ışık yılları var. Bu konuklar, Gülen’in günümüz Türk hayatıyla ve modern dünyayla uyumlu ve bağdaşık bir aydınlanmış İslam için model ve hatta Türkiye’nin her iki taraftaki radikalleşmiş unsurlar tarafından da istismarını önlemek için bir ihtiyaç olduğuna açıkça inanıyorlar. Onlar, Gülen’in laik devlet aygıtıyla yaşadığı sorunları, devletin ‘herşeyi denetleme’ ihtiyacına bağlıyorlar ve bu darkafalılığa örnek olarak, Türk hükümetinin Rum Ortodoks Patriği’nin unvanındaki ‘ekümenik’ kelimesine duyduğu antipatiyi gösteriyorlar. En etkileyici olan ise, kendi içinde bariz bir çeşitlilik taşıyan, kimi alkollü içki içen kimi içmeyen, kimi örtünen kimi örtünmeyen bu gruptakilerin kendi aralarındaki hoşgörü ve mesleki işbirliği tablosuydu.”
“Hoca, Humeyni gibi değil...”
Amerikalı diplomatların Gülen’e olan ilgisi, 2008 sonrasında birkaç konu başlığında yoğunlaşmış; Gülen cemaatinin siyasi gündemi, AKP hükümetiyle ilişkileri, Ergenekon soruşturmasındaki rolü ve Kürt meselesinin çözümünde bir işlev üstlenip üstlenemeyeceği bu konu başlıkları arasında yer alıyor. Tabii, Gülen hareketinin dünyanın dört yanındaki faaliyetlerinin incelenmesi, Türkmenistan’dan Avusturya’ya kadar birçok ülkedeki okulların gezilerek rapor tutulması da Amerikan diplomatik mesaisinin parçası. Diğer konularla ilgili belgelere geçmeden, önce, 25 Temmuz 2008 tarihinde, dönemin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson’ın onayıyla Washington’a gönderilen “Türk Gülenci okullar: Ya her yerde ol, ya hiçbir yerde olma” başlıklı telgrafa bakalım.
Bu telgrafta Amerikalı diplomatların Ankara’daki Samanyolu Lisesi’ne yaptıkları ziyarette edindikleri izlenimler ve gerek okul çalışanlarının, gerekse Türkiye ve diğer ülkelerdeki cemaat okulları hakkında bilgi sahibi diğer kişilerin Amerikalılara anlattıkları geniş yer tutuyor.
Telgrafın en sonundaki “YORUM” bölümü, Amerika’nın bu okullara ve cemaate bakışı konusunda ipucu veriyor. “Sadece tek bir kitap okuyan adama güvenmeyin” başlıklı o bölümü aynen aktarıyoruz:
“Kuşkusuz Samanyolu Lisesi’nin öğrencilerinin ve idarecilerinin gurur duyacakları çok şey var. Öğrencileri çok başarılı; okulları, ortalama bir Türk devlet okuluyla kıyaslandığında birinci sınıf; ve Türklerle dünyanın geri kalan bölümü, özellikle de gelişmekte olan dünya arasında değerli ve nadir nitelikte kültürel değişim programları gerçekleştiriyorlar. Bu ve diğer Gülenci okulların somut, müspet kazanımlarına bakıldığında, bu okulların ya da bu okulların öncülük yaptığı Gülenci hareketin Türkiye’nin demokratik laik sistemine nasıl tehdit oluşturabileceğini anlamak güç. Ama hareketin dışındaki Türklerin derin kuşkuları var; hatta konuya kuvvetli bir laik tavırla yaklaşmayanların bile. Kısa süre önce görüştüğümüz etnik kökeni Uygur olan ve Gülenci okulların Orta Asya’daki faaliyetlerini bilen bir Ankara Üniversitesi Profesörü eski bir Çin atasözü söyledi bize: ‘Sadece tek bir kitap okuyan adama güvenme.’ Gülenci okulların öğrencilerinin, özellikle de evinden uzaktaki yatılıların, kitap okumalarının ve televizyon izlemelerinin sıkı biçimde denetlendiğini anlattı. Oğlunu Gülenci bir okula gönderen bir akademisyen arkadaşından bahsetti. Çocuk, fizik dersinde çok başarılı olmuş ama şimdi babasını rakı içtiği (Türkler için ulusal bir meşgale bu) için eleştiriyormuş ve babası da oğlunu kaybetmiş olmaktan yakınıyormuş. Gülen ve Ayetullah Humeyni arasındaki benzetmelerin ise yersiz olduğunu söyledi bu profesör. Gülenciler Türkiye’nin laik düzenini dramatik biçimde yıkmak istemiyorlar; onlar içeriden bir değişimin peşinde.”
Gülenciler, Polis teşkilatına hâkim
Şimdi en başa, 4 Aralık 2009 tarihinde Büyükelçi James Jeffrey’nin Washington’a yazdığı ve Gülen hakkındaki sorulara nasıl cevap verileceği konusunda tavsiyelerde bulunduğu telgrafa dönelim.
“Gülen: Türkiye’nin görünmez adamının uzun bir gölgesi var” başlıklı bu telgrafın büyük bir bölümünü, Washington’ın Fethullah Gülen’in şahsına ve cemaatine güncel bakışını yansıttığı inancıyla aktarıyoruz:
“1) ÖZET: Fethullah Gülen Türkiye’de hâlâ siyasi bir fenomen. Son on yıl boyunca Pennsylvania’da ‘sürgünde’ olsa da, Gülen’in etkisi, sadık destekçilerinden oluşan tümenler ve elit bir okullar ağı sayesinde devam ediyor. Gülen Hareketi’nin öne sürülen hedefleri dinlerarası diyalog ve hoşgörü ama mevcut ‘AKP-laikçiler’ bölünmesinde, pekçok Türk, Gülen’in daha derin ve muhtemelen sinsi bir siyasi gündemi olduğuna inanıyor; hatta bazı İslami gruplar bile Gülen’in şeffaflıktan yoksun oluşunu eleştiriyor ve bunun kendisinin amaçları konusunda şüphe yarattığını söylüyorlar.
2) Gülen 1938 ile 1942 arasındaki bir tarihte (değişik tarihler veriliyor) doğdu ve başlangıçta imam ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın memuru olarak çalıştı. Hareketini, 1970’li yıllarda, takipçileri ‘Nurcu’ olarak bilinen, Kürt kökenli İslami düşünür Said Nursi’nin öğretilerini temel alarak kurdu. Gülen daha sonra Nursi’nin çerçevesinin dışına çıktı. Gülen’in kendi felsefesi İslam’da bilimin rolünü vurguluyor. O, dinlerarası diyalogu destekliyor ve terörizmi lanetliyor. Son yirmi yılda ise, Gülen sadece Türkiye’de değil, dünyada da ağırlıklı olarak eğitim üzerine odaklandı. Onun okulları özellikle Orta ve Güney Asya’da, akademik mükemmeliyetleri ve ılımlı İslami görüşleri savunmaları nedeniyle itibar kazandı.
SUÇLANDI, SONRA AKLANDI
3) Gülen, 1999’dan beri, görünürde tedavi (kalp rahatsızlığı ve diabet) gerekçesiyle gittiği ABD’de yaşıyor. Ancak, bu dönemde, Türkiye’de devleti yıkma planı yapma suçundan da yargılandı. Bu suçlama, Gülen’in 1986’da yaptığı bir konuşmadan kaynaklandı. (...) Hakkındaki iddianame nedeniyle, Gülen’in ABD’ye seyahati, Türk yargısından kaçtığı izlenimini yarattı. 2006’da bir Türk mahkemesinde hakkındaki bütün suçlamalardan beraat etti. Bu karar temyiz edildi ama 2008’de yeniden onandı.
4) Bu arada, Gülen ABD’de Sürekli Oturum statüsü için başvurdu. Göçmenlik Bürosu yetkilileri ilk başta Gülen’in ‘olağanüstü yetenekli bir yabancı’ olarak sınıflandırılması başvurusunu geri çevirdiler ama bir Federal Mahkeme 2008’de bu geri çevirme kararının yanlış olduğuna hükmetti. Gülen’in şimdi Yeşil Kart’ı var ve Pennsylvania’nın Pocono Dağları’nda gözden ırak bir yerleşimde yaşıyor.
5) Fethullah Gülen Hareketi’nin çekirdeğinde Güney Afrika’dan ABD’ye kadar uzanan bir okullar ağı var. Bu okullar yüksek seviyede akademik başarıya önem veriyor ve işçi sınıfına mensup ve yoksul ailelerden gelen en parlak öğrencileri alıp onlara burs sağlıyorlar. Türkiye’deki Gülenci okullar, her yıl yapılan üniversite giriş sınavında, rutin biçimde en üstteki yüzde birlik puan grubuna giren mezunlar veriyorlar. Bu parlak mezunların çoğu da genellikle (bu okullarda) öğretmen oluyor. Gülenci doktrin, muhafazakâr ve dinî vecibelere bağlı yönüyle, 1990’larda Gülencileri toplu halde sınırdışı eden Rusya gibi rejimlerde keskin bir husumetle karşılaştı.
6) Ama bu hareketin kökleri, en kalabalık takipçi grubu ve en büyük sorunları Türkiye’nin içinde. Gülen Hareketi sadece Ankara’daki ünlü Samanyolu Lisesi ve Fatih Üniversitesi gibi eğitim kurumlarından değil ama aynı zamanda Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan, çeşitli şirketlerden, Zaman, Today’s Zaman, Samanyolu TV ve Aksiyon gibi medya organlarından oluşuyor. Gülencilerin ayrıca Ergenekon (...) soruşturmasının öncüsü olarak görev yaptıkları Türk Milli Polisi’ne de hâkim oldukları belirtiliyor. Bu soruşturma, askerî şahsiyetler dahil olmak üzere iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin pek çok laik muhalifinin derdest edilmesine neden oldu ve bu da Gülencilerin nihai hedefinin, Türkiye’nin görünür biçimde İslamcı bir hale gelmesini onaylamayan bütün kurumların yıpratılması olduğu yönündeki ithamlara sebebiyet Verdi. (YORUM: Türk Milli Polisi’nin Gülencilerin kontrolünde olduğu iddiasını teyid etmek imkânsız ama biz buna karşı çıkan kimseye rastlamadık ve Gülenci yurtlarda kalan polis adaylarına polislik sınavındaki soruların cevaplarının önceden verildiğine ilişkin tanıklıklar işittik.)
ERGENEKON SORUŞTURMASININ BAYRAKTARLIĞINI YAPMAK
7) Zaman gibi Gülenci gazeteler Atatürk’ün mirasının geçerliliğini bıkmadan sorguluyor ve AB heveslisi bir ülke olarak Türkiye’nin siyasi konularda Türk ordusunun sesinin kısılmasını sağlaması gerektiğini savunuyorlar. Bu gazeteler, Ergenekon soruşturmasının bayraktarlığını yapıyor ve Türk ordusunun geleneksel hâkimiyetinin Türkiye’nin tarihinde olumsuz bir etken olduğunu sürekli olarak vurguluyorlar. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Türk Genelkurmayı’na yakın kaynaklar Gülen’den açıkça nefret ediyor; onun ve onun destekçilerinin sadece Türk ordusunu yıpratmak değil, aynı zamanda Türkiye’yi İran benzeri bir İslami cumhuriyete dönüştürmek için de amansız bir mücadaleye giriştiklerini savunuyorlar.
8) Hatta bazı İslamcı örgütler nezdinde bile, Fethullah Gülen Hareketi’nin karanlık bir imajı var. Başkent Kadın Platformu’nun eski başkanı Hidayet Tuksal bize kendi grubunun, şiddet kullanımına karşı çıkması yüzünden Gülen’e olumlu baktığını ama şeffaflıktan yoksun olmasının Gülen’in amaçları hakkında şüphe doğurduğunu ve bunun, Gülen’in en etkin olduğu topluluklar arasında bile geleceğe ilişkin kuşkuları beslediğini söyledi. Gülen’in temel hedefinin dinlerararası diyalog ve hoşgörü olduğu öne sürülse de, onun gündeminin daha derin ve daha sinsi olduğu düşüncesi Türkiye’deki pek çok çevrede yaygın.
9) Gülen Hareketi, Sünni Hanefi İslam’ın modernleşmiş bir versiyonu olarak tarif ediliyor. Bu eğilimi, eski Başbakan Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş grubuyla paylaşsa da, Milli Görüş, Türkiye merkezli bir hareketken, Gülen Hareketi’nin daha geniş bir kapsamı var ve amaca ulaşmaya yardımcı her aracı mubah gören bir yaklaşımdan rahatsızlık duymuyor; mesela, gerektiğinde başörtüsünü de çıkartabiliyor. Yine de, başka bazı ortak paydalar sözkonusu: AKP’nin kurucularının çoğu Milli Görüş’ten gelirken, AKP’nin birçok yetkilisinin de Gülen Hareketi’ne yakın olduğu biliniyor.
10) Türkiye’de Gülen’e değinen tartışmaların büyük bölümü nezaket ve incelikli bir ustalık içeriyor. Bizim irtibatta olduğumuz kişiler, konuşmaları halinde bunun sonradan kendilerine zarar verip vermeyeceğinden emin değillermişçesine, bu konuda görüşlerini açıklamakta sıklıkla tereddüt gösteriyorlar. Dahası, Gülen’le ilgili konuşmaların siyasi bağlamı da karmaşık, zira Cumhurbaşkanı Gül, bizim ilişkide olduğumuz kişilerin hemen hepsi tarafından Gülenci olarak görülüyor ama Başbakan Erdoğan öyle görülmüyor. Esasen, görüştüğümüz bazı kişilerin iddiasına göre, Erdoğan, o kadar kararlı biçimde Gülen cephesinin dışında duruyor ki, Gülen’in sadık çevresi onu bir yük (liability) gibi görüyor. Bu arada, Cumhuriyet Halk Partisi ve AKP’nin diğer muhalifleri ABD’yi, sözümona Türkiye’nin laik temellerini zayıflatarak bir ılımlı İslami devlet “modeli” yaratmak amacıyla, gizliden gizliye Gülen’i desteklemekle itham etmekte pek aceleci. Bu itham, Türkiye’de laiklik karşıtı faaliyetleri nedeniyle yargılandığı bir sırada Gülen’e ABD’ye sığınma imkânı ve nihayetinde de sürekli oturum statüsü tanınmış olması gerekçesine dayandırılıyor.
11) Gülen’in İslami olmayan destekçileri de var ve İstanbul’daki Ekümenik Patrik bunlardan biri. Patrik, kısa süre önce Büyükelçi ile yaptığı bir konuşmada, ABD’ye yaptığı son gezi sırasında Gülen’i ziyaret ettiğini ve bir saatten fazla başbaşa görüştüklerini anlattı. New York’a yaptığı ziyarette de Gülen’i yeniden görmeyi planladığını söyledi. Patrik, Büyükelçi’ye Gülen’den “çok etkilendiğini” anlattı ve Kazakistan’da Süleyman Demirel’in adı verilen bir üniversite dahil olmak üzere Gülen okullarının kalitesini övdü.
12) Türkiye’de mevcut AKP-laik bölünmesi veri alındığında, herhangi bir İslami hareketin kendi amaçları konusunda temkinli konuşması şaşırtıcı olmamalı. Ne yazık ki bu durum, Türk toplumunda adeta bir refleks olan komplo teorilerine inanma eğilimini besliyor ve Gülen Hareketi’ne ilişkin kuşkuların üzerine de büyüteç tutuyor. Gülen’in amaç edindiği öne sürülen dinlerarası diyalog ve hoşgörüye söylenecek söz yok ama Gülen Hareketi’nin arkasında ABD hükümetinin olduğu iddialarında kaygı verici bazı yönler görüyoruz.”
Cemaat devlet için açık ve yakın bir tehlike değil
ABD’nin Fethullah Gülen’e bakışını genel hatlarıyla yansıtan “KİŞİYE ÖZEL” bir diğer telgraf 11 Kasım 2003 tarihini taşıyor. Bu tarihte, Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi, Fethullah Gülen Davası’nın kesin hükme bağlanmasını 4616 sayılı Şartla Salıverme ve Dava ve Cezaların Ertelenmesi Yasası kapsamında beş yıl süreyle ertelemişti. Zaten dönemin Ankara Büyükelçisi W. Robert Pearson’ın yazdığı telgrafın başlığı da, “Türk Sivil Toplumu: İslamî lider Fethullah Gülen aleyhindeki hüküm ertelendi.” Pearson, Gülen’i şöyle tarif etmiş:
“1970’lerde işe başladığında çok daha militan olan Gülen, ekümenik (evrensel) bir anlayışla ilgilendiğini iddia eden ama kökleri yoğun biçimde İslami olan bir ruhani liderdir. Bu hareket diğer İslami tarikatlar gibi çalışıyor ama nispeten daha hiyerarşik ve daha disiplinli. Gülen ve takipçileri, eski Cumhurbaşkanı Demirel ve baş-laikçimilliyetçi eski Başbakan Ecevit dahil olmak üzere kendi içinde çok geniş bir yelpazedeki Türk siyasetçileriyle iletişim halinde ve onlardan kamuoyu önünde destek almış durumda.”
Bu telgrafın sonundaki “YORUM” bölümünü ise aynen aktarıyoruz:
“Her ne kadar, tecrübelerimize göre, bu hareket (Gülen Hareketi) Devlet’in baskısı altında gizemli bir hale geldiyse, temsilcileri bize karşı daha temkinli davranıyorsa ve dolayısıyla hedeflerini okumak daha zor oluyorsa da, devletin Gülen’e yönelik tacizi, bize bulanık ve keyfi şekilde yorumlanmış bir dizi delile dayalıymış gibi görünüyor. Ayrıca, daha militan İslamcıların Türkiye’deki bazı Gülen yapılanmalarına girdiklerini de tecrübe ettik. Ama Gülencilerle kapsamlı ve sürekli temaslarımıza dayanarak şu sonuca varıyoruz: Gülen’in yaklaşımı öylesine tedricî ve onun kurmayları militan olarak karalanmamak konusunda öylesine sakıngan ki, bu hareket Devlet’e karşı açık ve yakın bir tehlike oluşturmamaktadır.”
Polisler FBI’a başvurdu
Gülen’in Amerika’da oturma izni alabilmesi için devreye giren üç üst düzey polis FBI’dan temiz kâğıdı istemiş
Fethullah Gülen’in ABD’de yasal koşullarda ve sık sık ülkeyi terketme zorunluluğu olmadan yaşayabilmek için verdiği hukuk mücadelesinde önüne çıkan en büyük engel Federal Soruşturma Bürosu’ydu (FBI). Nitekim, Gülen’in avukatları “Yeşil Kart” için açtıkları davada, bu talebi reddeden Göçmenlik Bürosu’nun yanı sıra dönemin ABD Yurtiçi Güvenlik Bakanı Michael Chertoff ve FBI Direktörü Robert S. Mueller’dan da şikâyetçi oldular.
Şimdi, bu bilgiyi de akılda tutarak, ABD’nin İstanbul Başkonsolos Vekili Smith’in telgrafının devamını okuyalım:
“Gülencilerin ABD’nin Gülen’e karşı olumsuz tavırları konusundaki spesifik endişesinin, Gülen’in avukatının ‘Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası’ndan yararlanarak elde ettiği 2004 tarihli bir FBI raporundan kaynaklandığı anlaşılıyor. Türk Ulusal Polis Teşkilatı’nda irtibatlı olduğumuz üç üst düzey yetkili, kısa süre önce bu konuyu İstanbul’daki ‘legat’ın (İstanbul Başkonsolosluğu’nda FBI’ı temsil eden diplomat kastediliyor) dikkatine getirdiler ve bu görüşmede aynı zamanda Gülen’le ilgili basılı malzemeler sunarak, FBI’ın, kendisi hakkında bir tür ‘temiz kağıdı’ verip veremeyeceğini sordular. (Not: Legat, bu tip bir kağıdı bir PR kampanyası başlatmakta kullanma niyetini gözönünde tuttuğu için, buna yanaşmadı.)”
“Her yere sızıyorlar” endişesi hâkim...
Bu telgrafın sonundaki “yorum” bölümünü, hem ABD’nin 2005 yılında Gülen’e nasıl baktığına ilişkin bir belge hem de bu bakışın daha sonraki yıllarda nasıl değiştiğini görmek için “baz” olarak aynen aktarıyoruz:
“Gülen’in kamuoyuna verdiği hoşgörü ve diyalog mesajını ve buna paralel olan İslam’ı bilim ve moderniteyle uzlaştırma çabasını hesaba katan bazı Batılı gözlemciler, onu Müslüman bir eğitimci (ya da “hoca”) olarak benimsiyor ve onu “ılımlı İslam”ın sesi olarak görmeyi tercih ediyorlar. Gülen, sıklıkla terörizme karşı konuşuyor (Kur’an’ın bazı tefsirleriyle İslam adına uygulanan terörist şiddet arasındaki bağlantıyı irdelememek konusunda dikkatli davranmasına rağmen...) Gülen ayrıca, Yahudi cemaatince kendi varlığına destek olarak algılanan tavırlar da sergiliyor.
Ancak Gülen hareketinin nihai niyetleri konusunda derin ve yaygın kuşkular hâlâ geçerli. Bu hareketin bünyesindeki çeşitli çevrelerin içine çektiği insanlar üzerinde uyguladığı baskıya ilişkin ipucu veren anekdotlara sahibiz; işadamlarına Gülenci okulları ve diğer faaliyetleri desteklemek için para vermeyi sürdürmeleri yönünde yapılan ağır baskı buna örnek. Gülencilerin kendi okul ağlarını (buna ABD’deki düzinelerce okulları da dahil), din propagandacısı haline getirilmeye müsait buldukları öğrencileri büyük bir dikkatle seçmek için kullandıkları hakkında çok sayıda güvenilir rapor elde ettik ve bu okullardaki yatılı öğrencilerin beyinlerinin yıkandığını da defaatle işittik.
Bu gerçekler, Gülencilerin Türk Milli Polis Teşkilatı dahil (İstanbul’daki ‘legat’la yaptıkları toplantıda ortaya çıktığı gibi Ankara bu gelişmenin polisin terörizmle mücadele çabalarına etkisini ayrıca ele alacak) birçok devlet kurumuna sızmalarıyla birleştiğinde, yüzeyin altında çok daha katı bir çizginin, dünya çapında bir İslamcı yayılma propagandası misyonunun yattığına işaret ediyor. Kısacası, Gülencilerin sahip oldukları uluslararası okullar ağı ile gelecek nesillere şekil verme çabaları ve sadece Türk iş dünyasına değil, resmi kurumlara da sızma konusundaki belgeli gayretleri, Türk İslamı içinde baskın bir ses haline gelmeleri halinde, ılımlı tavırlarının sürüp sürmeyeceği konusunda soru işaretleri doğmasına yol açtı. Bu nedenle Haleva’nın temkinli tutumu doğru bir tavır gibi görünüyor.”
Bu Gülenciler de ne çok seyahat ediyor
ABD’nin Fethullah Gülen cemaatine bakışı, yukarıdaki telgraf itibariyle, en iyimser tarifiyle “kuşkucu” diye tanımlanabilir. Ama 2005’ten sonra Gülen cemaatiyle temaslarını ve harekete ilişkin gözlemlerini yoğunlaştıran Amerikalı diplomatların giderek daha kapsamlı analizler yaptıklarını da görüyoruz.
Bu temasların artmasında rol oynayan çok basit bir gerekçe, 23 Mayıs 2006 tarihinde ABD’nin İstanbul Başkonsolosu Deborah K. Jones’un Washington’a gönderdiği telgrafın da konusu. Telgrafın konu satırında aynen şöyle yazıyor: “Fethullah Gülen: Onun takipçileri niye bu kadar çok seyahat ediyorlar?” Ve evet, telgraf, Gülen cemaatine mensup olan ya da olduğu tahmin edilen kişilerin ABD’ye seyahatlerini, daha doğrusu vize başvurularını konu alıyor.
Bu telgrafın başında, “Fethullah Gülen” diye yazmış dönemin Başkonsolosu, “30’dan fazla ülkede, 50’den fazlası ABD’de olmak üzere 160’tan fazla örgütten oluşan ve büyümeye devam eden devasa bir ağın merkezinde oturuyor. Sonuç olarak da, Gülen’in destekçileri Türkiye Misyonu’na (ABD’nin buradaki diplomatik temsilcilikleri kastediliyor) ulaşan ziyaretçi vizesi başvurularının giderek artan bir oranını oluşturuyor. Başvuru yapan Gülenciler seyahat gerekçeleri ve Gülen’le ilişkileri konusunda hemen her zaman kaçamak davranıyorlar; bu da, Konsolosluk memurlarında soru işaretleri yaratıyor. Bu rahatsızlığımız Türk toplumunun laik kesimlerince de paylaşılıyor.”
Aynı telgrafta, Jones’un, her yıl ABD’ye ziyaretçi vizesi almak için Türkiye Misyonu’na başvuran 75 bin kişiden yüzde 3-5 kadarının “Gülenci” olduğuna ilişkin tahmini de yer alıyor.
Orijinalini bugünden itibaren WikiLeaks sitesinde bulabileceğiniz telgrafın en tuhaf tarafı ise, Amerikalı diplomatların “Gülenci” diye etiketledikleri vize adaylarının “profilini” çıkarmış olması. Telgrafta, kuşkusuz isim-isim fişleme yapılmıyor ama “Gülenci” olduğuna kanaat getirilen vize adaylarının profili, “tek başına seyahat eden ve hiç İngilizce bilmeyen evli erkek” ya da “ortaokul çağında İngilizce öğrencisi” benzeri başlıklar altında detaylandırılıyor.
Yedik içtik ve hep cemaat konuştuk
Bu “profil” telgrafından bir yıl sonra, 27 Nisan 2007’de, yine Başkonsolos Deborah K. Jones, bu kez Gülen cemaatini anlayıp anlatmaya yönelik daha samimi bir çabayı yansıtan bir telgraf yazmış.
“Gülencilerle az viskili bir toplantı” başlığını taşıyan telgraf, 17 Nisan 2007’de ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu’nda verilen akşam yemeğini konu alıyor. “Dinî lider Fethullah Gülen’e sempati duyan ve/veya onun hakkında bilgi sahibi Türklerden oluşan eklektik bir grup” diye tarif edilen misafirlerin listesine Nazlı Ilıcak’ın karar verdiği de telgrafta belirtilmiş. Davetliler ise “gazeteci-yazarlar Fehmi Koru, Ali Bulaç ve Mustafa Akyol, Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Profesörü Niyazi Öktem ve Galatasaray Üniversitesi’nde ders veren oğlu Emre, Marmara Üniversitesi’nde ilahiyat dersi veren Mahmut Kılıç, sosyolog (Türk yazar Cemil Meriç’in kızı) Ümit Meriç, Fatih Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Alparslan Açıkgenç, Türkiye Katolik Cemaatleri Ruhaniler Kurulu Sözcüsü Georges Marovitch ve Türkiye Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Harun Tokak” diye sıralanıyor.
Başkonsolos Jones, konukların yemekte Gülen’i 1960 ve 1970’lerde İzmir’deki bir camide imamlık yaptığı günlerden itibaren anlattıklarını, onun ilahiyatçı yönü ve eğitime verdiği önem üzerinde durduklarını aktarıyor.
Papa’yla tanıştırmak için aracı oldular
Yemeğin en ilginç konuşmalarından birini Monsenyör Marovitch yapıyor. Telgrafın o bölümünü aynen aktarıyoruz:
“Monsenyör Marovitch, kendisinin diğer dinî cemaat liderlerine ve nihayet Papa İkinci John Paul’a onu tanıştırmak da dahil olmak üzere, Gülen’in ekümenik (evrensel) gündemini destekleme amaçlı çabalarını coşkuyla ve uzun uzun anlattı. Marovitch ve diğerleri, Hoca’nın birkaç yıl önce bir Müslüman mezarlığında öldürülmüş olarak bulunan ve dinlerarası diyaloga ve dünya barışına hizmet adına, Gülen’in daha geniş bir muhatap kitleyle bağlantısını sağlamak için Marovitch’le birlikte çalışan varlıklı Yahudi-Türk işadamı Üzeyir Garih’le geçmişteki bağlarını teyid ettiler.
Papa buluşması ve korkunç şüphe
Üzeyir Garih ve Georges Marovitch... Fethullah Gülen’le dostlukları bilinen iki isim. İkisinin de, Gülen’i Papa İkinci John Paul’le buluşturmakta ayrı ayrı rol oynadığı, “WikiLeaks Türkiye Belgeleri”ne yansıyan bilgiler arasında.
Üzeyir Garih ve Georges Marovitch’in Gülen’i Papa ile buluşturma gayreti de belgelerde. Garih dört yıl sonra öldürüldü, Marovitch ise öldürülmek istendi.
Fethullah Gülen, Papa İkinci John Paul’le 9 Şubat 1998’de Vatikan’da görüştü. Gülen, aynı gün Roma’ya gitmek için İstanbul’dan ayrılırken, Vatikan’ın Ankara Büyükelçisi Pier Luigi Celata ile İstanbul Temsilcisi Georges Marovitch aracılığıyla, 1997’de kendisine iletilen bir davete icabet ettiğini söylemişti. Yani davet Papa’dandı. Peki, davet fikrini Papa’nın aklına sokan kimdi ya da kimlerdi?
“WikiLeaks Türkiye Belgeleri”nde, Monsenyör Marovitch’in bu görüşmenin ayarlanmasında oynadığı belirleyici rolü, bizzat kendi ağzından ifadelerle yansıtan bir Amerikan telgrafı da var. Bu sayfalarda sunduğumuz telgrafta, aynı zamanda, Amerikalı diplomatların Papa-Gülen görüşmesinin sağlanmasında Üzeyir Garih’in de dolaylı rol oynadığına ilişkin bir notu yer alıyor.
Söz konusu telgrafı okurken, Garih’in ve Marovitch’in kişisel hikâyelerini de hatırladık.
1929 İstanbul doğumlu Üzeyir Garih, tam kırk yedi yıl İshak Alaton’la birlikte Alarko Şirketler Grubu’nun başkanlığını yürüttükten sonra, 25 Ağustos 2001’de Eyüp Mezarlığı’nda bıçaklanarak öldürüldü. Cinayet zanlısı olarak Yener Yermez adlı bir asker firarisi yakalandı ve suçu “itiraf ettiği” açıklandı. Yermez müebbet hapse mahkûm edildi ama 2008’de cezaevinden Yeni Şafak gazetesine gönderdiği mektuplarda, “Bana cinayeti üstlenmem karşılığı vaad edilen miktar 1 milyon 500 bin dolar olup, kabul etmediğim taktirde ölümle tehdit edildim. Gerek ailemi gerekse kendi güvenliğimi düşünerek, cinayeti üstlenmek zorunda bırakıldım. Başka da çarem yoktu” dedi. Yermez, o mektuplarda ayrıca eski Adli Tıp görevlisi, şimdinin Ergenekon sanığı Ümit Sayın’ın da cinayetle ilgili birçok sorunun cevabını bildiğini öne sürdü.
Türkiye Katolik Cemaatleri Ruhaniler Kurulu Sözcüsü Monsenyör Georges Marovitch ise, Garih’ten iki yıl sonra, 1931’de yine İstanbul’da doğdu. Vatikan Büyükelçiliği’nin İstanbul Temsilcisi de olan Marovitch’in adını, geniş kamuoyunun duyması ise 2007’de Roma’da geçirdiği esrarengiz kazayla oldu.
Termini Tren İstasyonu’nda beklerken, biri Marovitch’i raylara itti. Yaklaşan tren son anda durdu. Marovitch’in kaburgaları kırıldı, iç organları hasar gördü. Türkiye’ye dönüp Ermeni Hastanesi’nde tedavi gördü ama yatalak kaldı.
Marovitch o olayı, daha sonra Akşam gazetesine şöyle anlattı:
“Peronda beklerken kalabalık arasında kaldım. Tren geliyordu. Aramızda sadece iki metre kalmıştı. O anda biri ya da birileri beni itti ve raylara düştüm. Hareket halindeki trenle peron arasında sıkıştım. O an içimden ‘Her şey bitti’ dedim. Tren son saniyede, başımın hemen yanında durabildi. Yoksa facia olacaktı. Kaburgalarım kırıldı, başım delindi. Korkunçtu.”
Yine Marovitch’e göre, İtalyan makamlar kısa süre sonra kazayla ilgili soruşturma dosyasını kapattı. Bunun üzerine Marovitch, olayın aydınlatılması için ikinci kez dava açtı. Termini’deki kamera kayıtları esrarengiz şekilde ortadan kaybolmuştu ve İstanbul’da telefonla ölüm tehditleri de alan Marovitch, olayın basit bir kaza olduğuna hiç inanmadı.