İnsan hayatı başlıca dört ana bölüme ayrılmış: Bebeklik, çocukluk, gençlik ve yaşlılık. Biz iki ana bölümü arkada bırakmış durumdayız. Bebeklik dönemimizi hatırlamıyoruz ama çocukluk dönemimiz güzel bir nostalji olarak kişisel tarihimizin geçmişten kalan sayfaları. Şimdi gençlikle yaşlılık arasında duran bir yerdeyiz. Orta yaşlılık sürecini yaşıyoruz. Geçmiş geçmişte kaldı diyor ve eskittiğimiz bu yaş dönemlerini bırakıp önümüze bakıyoruz..
Bir ömür ortalama ne kadardır, yaşlılık nedir, yaşlılığın alametleri nelerdir? Sorularını merak ediyor ve araştırıyoruz…
İlginç bilgilere rastlıyoruz ve sizlerle paylaşmak istiyoruz..
Mesela doğumundan itibaren dört saat ömrü olan canlıların olduğunu öğreniyoruz. Kelebek ve sineklerin de ömrü birkaç günlükmüş.
Tavuklar on yıl, köpekler on yedi yıl, filler yüz ile yirmi yıl yaşıyormuş. Peki, Kaplumbağalar ne kadar yaşıyormuş biliyor musunuz? Tamı tamına üçyüz yıl…
Bitkiler ise çok daha fazla yaşıyor. Sekoya adlı bir ağaç ikbin beşyüz ila üçbin yıl arasında ömür sürüyormuş… Kim bilir kaç medeniyetin doğduğunu, kaç medeniyetin yok olup gittiğini görmüştür…
İnsanların ortalama yaşam süreleri ise Sekoya ağacı kadar olmasa bile yıllar geçtikçe artmış.
Birinci yüzyıl’da 20 yıl, onuncu yüzyılda 30 yıl, on üçüncü yüzyılda 35 yıl, on dokuzuncu yüzyılda 39 yıl, yirminci yüzyılın başlarında 47 yıl imiş.
Daha sonraki yıllarda yaş ortalaması da artmış.
1946 yılında 62, 1961 yılında 71, 1989 yılında 76, 1995 yılında ise 78 yıla ulaşmış. Ortalama yaşam süresi, dünya nüfus artışına paralel olarak yükselmiştir.
Dünya nüfusu önümüzdeki dönemde gittikçe yaşlı bir nüfusa dönüşecektir. Bu nedenle sosyal güvenlik giderleri artacak, sosyal devlete ihtiyaç her zamankinden daha fazla olacaktır. Bu yalnızca dünya için geçerli değil, Türkiye’de gittikçe yaşlanmakta ve ülkemizde de bu nedenle şiddetle bir yaşlı politikasına ihtiyaç var.
Gerontoloji ve geriatri bu nedenle gittikçe önem kazanmaktadır (Bu konuda şimdilerde pek çok çalışma yapılmakta, bunlardan önemli bir araştırma da, yazımda sıkça bilgilerinden yararlandığım Dr. Hüsyeni Tekin Sevil’in Yaşlılığın Sosyal Anatomisi’dir )
Dünya yaşlandıkça çehresi de değişmekte, zararlı kimyasallar gazlar ve diğer etmenler zamanla özellikle de dünyanın yüzeyinde, yüzünde değişikliklere yol açmakta mesela en önemli tabakalarından biri olan ozon tabakasında delikler oluşmaya başlamakta, buzullar erimekte, yüzeyinde yaşayan canlı çeşitleri değişmekte.
Peki insanoğlu yaşlandıkça neler oluyor yüzünde, bedeninde kısaca göz atalım:
Gözler: Göz kasları zayıfliyor, okuma güçlüğü baş gösteriyor her şeyden önce. Daha çok da kırklı yaşlardan sonra artık okuma gözlüğüne ihtiyaç duyuyor insan. Yaş ilerledikçe yakın gözlüğün yanı sıra uzak gözlük kullanmaya başlıyor.
Burun: koku duyusu kırklı yaşlardan itibaren zayıflamaya başlıyor. Bu ellili yaşlara kadar sarka biliyor. Burun yavaş yavaş aşağıya doğru düşüyor. Her şeyin aşağıya, yani toprağa yaklaştığı gibi yer çekimi burunu da aşağıya çekiyor.
Cilt: Derideki kırışmalar daha erken yaş dönemine rastlıyor. Otuzlu yaşlarda bu kırışıklıklar görülmeye başlanabilir. Ayrıca deride renk değişikliği ve küçük oluşumlar yaşlılığın başka bir göstergesidir.
Saç: Bazı kimselerde saç dökülmesine rastlanırken bazılarında saçların beyazladığı görülür. Saçların kırlaşması ve dökülmesi de kırklı yıllarda kendini göstermeye başlar.
Kemikler: Vücudumuzdaki çok sayıdaki kemik eski performansından uzaktır ve gücünü otuzlu yaşların sonunda yitirmeye başlar.
Eklemler: Çeşitli organ eklemleri kırklı yıllarda sertleşmeye başlar. Özellikle de diz, boyun, kalça eklemlerinde sertleşmeler görülür. Daha ileriki dönemlerde ise kireçlenme romatizma şeklinde eklem ağrıları oluşur.
Kaslar: Kas gücünün azalmaya başlaması erken yaşlarda olmakta, altmışlı yaşlarda ise belirginleşmektedir.
Kalp ve Kan Dolaşımı: otuzlu yaşlardan itibaren damarlar daralmaya ve oksijen azalmaya başlar.
Bunlar yaşlılıkla ilgili başlıca fiziksel belirtiler. Her insanda aynı yaşta gerçekleşecek belirtiler olmayıp kişiden kişiye, iklimden iklime, coğrafyadan coğrafyaya da küçük farklılıklar gösterebilir..
Ancak değişmeyen bir şey var ki, insanın ruhen yaşlandığını hissetmesi. Bu durum her millette, her coğrafya’da her dönemde ve her insanda aynı belirtileri taşır; hayattan kopukluk, “batsın bu dünya”lık haller, geleceğe dair beklentilerin tükenmişliği, insanoğlunu yirmili yaşlarda da yaşlı bir hale getirebilir. Bu bedenen yaşlanmadan çok daha kötü bir durumdur ve böyle insanlar ömürlerinin neredeyse tamamını yaşlı olarak geçirirler.