Siyasetin kendi doğasında ve Türkiye'ye özgü motifleriyle akışını kabul etmek lazım. O sebepledir ki, siyaseti değiştiremeyenlerin siyaset marifetiyle değişmesini de çok yadırgamıyorum. Kaç hükümete, kaç siyasetçiye tanıklık etmiş şu yaşımda gördüğüm gerçek, içine gireni yozlaştıran, kendisine ve toplumuna yabancılaştıran, hakikatin üstünü örterek, yalanı gerçek gibi sunmayı marifet bilen bir yapı var. Bu yapının siyaset dışı mecralarca kurulduğu ve siyaseti, siyasetçiyi aşağılamak için kullanıldığını gözden kaçırmayalım.
Bu aşağılama sebebiyle, 27 Mayıs ve 12 Eylül darbeleri başarılı olmuş, yine 2002 sonrası siyaset ve siyasetçinin değer kazanmasıyla, 27 Nisan ve 15 Temmuz püskürtülebilmiştir. Askeri/Bürokratik oligarşi, davul boynunda olan siyasetin, tokmağını eline alarak istediği zaman sesin tınısını değiştirebilmiş, dilediğinde de davulu patlatmıştır.
Ak Parti iktidarıyla, yavaş yavaş da olsa bu oligarşinin etkinliği zayıflatılmış, siyasetin gücü hem hukuki hem de itibari olarak yükselmiştir. Artık satın alınan milletvekilleri, uçkurcu bakanlar ve vatan haini siyasetçiler yerine, gecesini gündüzüne katan, evini uçağı yapan, ülkesi için on binlerce kilometre yol yapan bir lider ve bir kadro oluşmuştu.
Sonra,
2002 sonrası mevzi kaybından dolayı siyasetin içine bodoslama dalmayı beceremeyen askeri/bürokratik oligarşi, kimi sızmalar üzerinden siyaseti şekillendirme çabası içine girdi. 7 Şubat 2012 MİT krizi, 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonu ve son olarak 15 Temmuz 2016 darbe kalkışması aynı tohumun meyveleriydi. Eken, sulayan, büyüten ve meyvesine uzananın ABD olduğu şüphe götürmez bu yapılar, pozisyon kaybettikçe taktik ve teorik değişimlere gittiler. İnançlarını, anlayışlarını, iddialarını ve sözde varoluş sebeplerini yok sayarak, şaşırtıcı ittifaklar ve akla zarar düşmanlıklar içine girdiler.
Şimdi,
Yine ve yeniden düşmanın hilesi ve dostun cehaletiyle esir alındığımız günlere geldik. Ne yazık ki birbirimize düştük. Kılıç şakırtıları düşman hatlarından değil, kendi mevzilerimizden gelmeye başladı. Yani karşı konulmaz bir biçimde tarih tekerrür etti/ediyor. Dünün dostları mal bulmuş mağribi gibi, birbiri üzerinden pozisyon kapmaya çalışıyor.
Son zamanlarda yaşanan sıkıntılara bakınca görüyoruz ki, ne Recep Tayyip Erdoğan tabanın ve Ak Parti'den kopan isimlerin kaygılarını anlayabilmiş, eleştirilerini ciddiye almış. Ne de partiden kopan isimler, kopuşa mani olacak bir alçakgönüllülük sergileyebilmiş. Maalesef, inatlaşmalarımız yüzünden hatalarımızı tartışacak kadar bile vasat oluşturamadık. Kibrimiz, zulmün ta kendisi olan zalimlerle bir arada olmamıza onay verirken, İnat ve müstağni tutumumuz dostlarımızın hatalarını görmezden gelmemize mani oldu.
Netice,
Siyasette kalıcı mükemmellik diye bir şey yoktur. Recep Tayyip Erdoğan da bir peygamber değil, bir siyasi liderdir. Kararlarında hatalar, hatalarında ısrarlar olur/olabilir. Bu hata/ısrar sarmalını mazur görmemiz gerekmediği gibi, hata/ısrar sarmalı üzerinden şeytanlaştırmak da büyük bir hatadır. İslam, Hz. Adem'in hayatıyla başlamışsa, İslam'ın ve insanlığın tarihi ortak tarihtir. Bu ortak tarihte, halkına ihanet etmiş siyasetçilerden, dinini ve bilgisini pazara çıkarmış din adamlarına kadar sayısız figür yer aldı. Bana göre esas olan samimiyettir, galibiyet değil. Kazanmak zorunda değiliz. Kendi adıma fark oluşturacağını iddia edenlerin bu farkı oluşturacak bir geçmiş müktesebata sahip olduklarına inanmıyorum.
Omuz omuza verip, toplumsal birikimimize katkı sağlayan kazanımları tahkim etmek yerine, halkın içinden çıktığını iddia edip birbirine çelme takan adamları görünce, askeri/bürokratik oligarşinin yeniden pörtlemesini de ihtimal dahilinde görmüyor değilim.
Yazık. Çok yazık...