Klasik olacak ama öncelikle geçmiş bayramınızı kutlamakla başlayalım işe. Gecikmiş bir kutlama olacak. Son zamanlarda, bayramda bayramını kutladığımız insandan daha fazla “geçmiş bayramını kutladığımız” insan bulunuyor. Bu neden böyle oluyor diye düşündüm. Bayramda eve kapanıp eş dost, yakın akrabayı ziyaret edip başka kimseyle görüşmüyor muyuz? Normal hayatta karşılaştığımız, selamlaştığımız kişi ya da kişilerin nerede oturduğunu bilmiyor muyuz? Ziyaret edersek yakıt parası fazla gelir diye mi korkuyoruz? Yoksa “bayram = tatil” eşitliğinden yola çıkarak tatile mi çıkıyoruz? Oysa bayramlar ne için tatil oluyor; bu ziyaretlere zaman ayırabilmek için… Maalesef böyle olmadığı ise “geçmiş bayramını kutladığımız” insan sayısından kendini gösteriyor. Durum bazen öyle hal alıyor ki, bayramda ziyaret etmesek dahi bir mesajla bayramını kutladığımız, mesajlaştığımız insan sayısı da düşüyor. Kriz bayram mesajını da vuruyor! Diyelim ben 100 mesaj attım, bana dönüşü olan mesaj 10’u geçmemiştir. İnsanlar sessizlikle mi geçiştiriyor, “hımm, tamam, senin de” diye sessizce mi kutluyor? Galiba evet. Bir bayramdır taktık gidiyoruz.
Bayramda mekânlar üzerinde yeniden düşünmenin zamanının geldiğini düşündüm yine. Yüzlerce, binlerce kişilik konutlar, kooperatifler yapılıyor, yaptırıyoruz. Ancak unutulan şey burada yaşayan biz, binlerce insanın ortak vakit geçirebileceği bir alanın olmamasından kaynaklanıyor. Ne bileyim mahalle kayboluyor. Üst üste kurulmuş binlerce binadan oturan birbirinden ilgisiz haneler toplamına dönüyoruz. Akşamüzeri evime geldiğimde, şöyle bir dışarı çıkıp çay içebileceğim, gazete okuyabileceğim, zaman geçirip sohbet edebileceğim belki maç izleyebileceğim bir mekânın sıkıntısını çekiyorum. Bunu yapmak için arabaya atlayıp çarşıya inmem gerekecek. Bunca insanın yaşadığı binaların bir merkezinin olmaması tam bir sosyal facia alanı diye düşünmekten vazgeçip inanmaya başladım. Ev denilince yatılan, yemek yenilip işe gidilen ve iş çıkışı dönülmesi gereken bir mekân akla geliyor. Ya da fonksiyonu öyle. Eve gelince de hiç dışarı çıkılmıyor. Çıksan nereye gideceksin. Marketler belki de bu sosyal alan, vakit geçirme, çay içme vs. Gibi eksikliği hissedilen ama site planlayıcıları tarafından fark edilmeyen bu ihtiyacı karşıladığı için böyle yoğun galiba.
Doğduğum şehre gittiğimde bunu daha iyi anladım. Mahallenin bir çarşısı, bir esnafı, mahallenin ileri gelenleri, muhtarlığı, birbirini tanıyan, sohbet eden insanları gördüm. İşte dedim lüks, konforlu evlerde, mekânlarda bulamadığımız, inşa etmediğimiz şey burada. Muhtarlığa girdiğim zaman çay, şeker, sohbet. Mahalleden tanıdık simalar. Oysa ben burada muhtarı yerinde bulabilirsem aşk olsun! Bırakın mahalleyi tanımayı, muhtar dahi yerinde olmuyor. Benim hatam mı? Galiba. Böyle olunca sosyalleşme alanı sadece camiler kalıyor. Cami cemaati birbirini tanıyor siteler arasında. Ne kadar tanıyor? Onu da bilemiyorum. Yeni mekânlar lazım bize. Bu artık şart oldu. Bir kurban bayramını kurban olarak yaşayamıyoruz. Kurban alınıyor, başka yerde kalıyor, oradan kesimhaneye götürülüyor, kesimhaneden kasaba götürülüp eti kemiğinden ayırtılıp pay halinde getiriliyor. İşte kurban. Yeni yetişen nesil kurbanı böyle anlıyor. Eve, akşam vaktinde gelen oldukça çok et. Ötesi. Yok. Çünkü yaşadığımız yerlerde kurban kesebilecek alan, standart, düşünce, inancın yaşama yansıması yok. Kutular içinde yaşıyoruz. Diyecek çok şey var… Aklıma Selçuk Ün. Sosyoloji Böl. Öğr. Görv. Doç.Dr. Köksal Alver’in ‘Steril Hayatlar’ kitabı geliyor. Değişen toplum, yaşam, mahalle üzerine. Yeniden okuyalım. Yaşam biçimi kendi mekânlarını üretmeli, üretiyor. Ancak bu üretilen mekânlar bizim kendi kültür yapımızdan oldukça uzak geliyor. Neylersin. Bir kutuda yaşayıp, bir kutuda taşınıp, toprakta kutu gibi bir yerde son bulacak yaşamımız…