“Yeni şeyler söylemek lazım” denince ‘olmayan şeyi ortaya koymak’ sözünü anlarız hep.
Acaba gökkube altında söylenmedik söze rastlamak mümkün müdür? Şayet mümkün değilse o zaman Mevlana’nın bu sözündeki hikmet nedir? Hangimiz arkadaşlar arasında dostlar ortamında yeni şeyler duyduk yahut; hangi yeni şey bize hiç duyulmadık bir şey gibi geldi?
“Yeni şeyler söylemek” belki müspet ilimler açısından mümkün olabilir. Bu da yeni şeyler söylettirecek buluşlarla mümkün olabilir. Bilgisayar icat edildikten sonra her yeni sürüm üzerinde yeni şeyler söylendi ve söylenmeye de devam edecek. Genel ağ kendisi ile birlikte yepyeni kelimeler ekledi evrenin kelime haznesine. Teşhisi konulan her bilinmedik hastalık kendi ile birlikte nice soğuk kelimeler soktu sağlık yatağının içine. Her psikolojik vakıa aklı baştan alan terminoloji kitabının hacmini her geçen gün biraz daha genişletme yolunda ilerleye dursun, asırları içine alan gayretlerin bir sonucu olarak yeni sapıklıklar peşinde cemiyetimi alt üst etmede mahir maskeli amcalar ve onların finanse ettiği kuruluşların yaptığı -somut manada- her buluş beraberinde ne aşüfte kelimeler soktular, iffetli zihinlerin içine… Dolayısıyla iyi veya kötü her şey beraberinde bir çok cümle, kelime, kelime gurubu getirir insanlığın kelime haznesine.
Peki sanatta ve edebiyatta bu mümkün olabilir mi? Bunun mümkün olması da tamamı ile insan hayatındaki gelişmelerle alakalıdır. Ancak bir gelişmeyle alakalı bir ikinci eser –türü ve tarzı ne olursa olsun- ortaya konulduğunda yeni bir şey söylenmiş olmayacaktır. Ancak var olan şey yeni bir tarzda veya türde ifade edilmiş olacaktır. Bu da sanatkarı bir şey söylemek için yeni bir haber, olay, icat gibi şeyleri oturup beklemeye sevk edecektir ki artık karşınızdaki sanatkar sıra dışı şeyler söylemek için sıra dışı şeylerin olmasını beklemeye mecbur kalacaktır. Bununla birlikte üzerinde durmak istediğimiz konularla ilgili düşünce uçuşunu biraz daha yükselttiğimizde görüş alanımızdaki ayrıntıyla beraber yeni şeyler söyleme imkanı da düşmektedir.Dolayısıyla Dini ve ahlaki konular gibi soyutluğu ve kapsama alanı genişleyen her söz söylenmemiş olma özelliğinden uzaktır. Buna tasavvufi öğretileri de eklemek mümkündür. Tasavvuf, temelde inanca dayandığından öğretileri de doğal olarak bu eksenlidir. Dolayısıyla bu sahada yeni şeyler söylemek yerine, bilinen gerçeği yeni tarzlarda ifade etmek önemlidir ki burada devreye Edebi türler girer. Durum, vahiy kaynaklı ilimlerde böyle olduğu gibi insan hayatını tanzime aday her sistemli oluşumda da bundan farksız değildir.
Mesela sevgi, insanlık barış, hoşgörü, ahlak, ibadet kulluk, dayanışma, aşk, iş, ailenin önemi, üzerine söylenmiş sayısız söz bulabiliriz. Bu konularla ilgili sözleri -aynı konudan bahsedenleri- bir araya toplar, hepsinin ele aldığı aynı konuyu ele aldıkları yöntemden başlayarak ortaya koydukları çözüm önerilerine varana kadar pek çok başlıklı altında gruplandırabiliriz. En az üyesi olan gurubun sayısı ikidir. Dolayısıyla biri ötekinden az gelişmiş olarak ortaya konulan sözlerin özde birbirleri ile çok da farklı olmadıklarını anlamak mümkündür. Örneğin H.z.Mevlana’nın Divan-ı Kebir’inde ortaya konulan tasavvufi değerler ile Şeyh Galib’in Hüsn-ü Aşk’ında yer alan sembollerin temsil ettiği hakikatlar üç aşağı beş yukarı aynıdır. Sadece ifade tarzları farklıdır. Bunu eserin sebeb-i telifi olarak anlatılan bir olayla da örneklendirmek mümkündür.
Eserin sebeb-i telif kısmında Galib, kendisinin samimi bir mecliste yer aldığını, fakat bu meclis dostlarının Nabi ve eseri “Hayrabad” a ayrı bir değer vererek bu esere nazire yazmanın ihtimali olmadığını, kimsenin bunu yapamayacağını söylemelerine kızarak eserini yazmaya karar verdiğini ifade eder. Ayrıca şair burada kendi şiir anlayışını ve şairlerin nasıl olması geretiğini söyleyerek bir nevi şiir poetikasını açıklamıştır. Hüsn-ü Aşk yazarı kaleme aldığı eserde mevleviliğin sırlarını anlatırken bu orijinal mazmunlarla anlatmış olsa da aslında var olan bir şeyi sanat eseri ile yeniden ortaya koymuş.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, mücerret anlamda kainatta söylenecek çok şey söylenmiştir. Önemli olan o hakikatleri ve değerleri kendi subjektif süzgecimizden geçirerek gönle ihsan edilen ünsiyet esintilerinin rayihası ile yeniden bembeyaz tefekkür kağıdına nakşetmeliyiz.
Aslında müspet ilimleri subjektif manada, semavi bakış açısıyla değerlendirmek iktiza ederse onlar da kainatta saklı olan ayetlerdir(deliller, şifreler) ki onu da söyleyen levh-i mahfuz bülteninde çoktan söylemiş zaten…