İlkokuldayken yerli malı haftası kutlanırdı.
O günlerden hatırladığım, Hakimiyeti Milliye ilkokulunun bodrum katındaki sınıfta, sıraların üstüne dizilmiş iri iri portakallar.
1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatı yapıldı. Karaman yolunda, aynanın orada gördüğüm kalabalığı hayretle hatırlarım yine. İnsanlar sıra ile yollara dizilir ve cemseler içinde yoldan geçen askerlere bisküvi, karpuz ellerinde ne bulursa atarlar ve onları büyük bir coşkuyla uğurlarlardı. Geceleri karartma yapılır ve büyükler sessiz olmamızı söylerdi. Eğer evimiz aydınlık olursa düşman boma atarmış. Korkardık. Evimizin avlusunda akşamları karanlıkta oturur ve çekirdekleri bile sessizce çitlerdik. Çok şükür dikkatli davrandık ve evimize bomba düşmedi.
Akşamları komşulara gitmek diye bir şey vardı. O zamanlar evimizde ve komşu ziyaretlerinde konuşulanlar ile ilkokulda dinlediklerimiz farklıydı. Mahallemizde kıtlık günleri ve düşmandan bahseden ihtiyarlar vardı. Hem kendilerinin hem de babalarının dedelerinin yaşadıklarını anlatırlardı. Ben çok anlam veremezdim, daha doğrusu kafam karışırdı. Onların düşman diye anlattığı insanları biz okulda medeni insanlar diye öğrenirdik ve çok özenirdik. Okulda öğretmenimizin anlattığına göre eğer biz de onlar gibi yaşarsak ve onlara benzersek bu çok iyi bir şeydi. Maazallah yoksa kara sakallı, kargacık burgacık eski yazı yazan, örümcek kafalı ve kara çarşaflı olabilirdik.
O, kimine göre düşman kimine göreyse son derece insancıl medeni devletler bomba yapıyorlardı. Biz yerli malı haftasında sıraların üstüne elma portakal dizerken onların çocukları evden bomba getiriyor olmalıydı.
İlkokul bitimine yakın babam evimize televizyon aldı. Cumartesi günleri yerli film olurdu ve oradaki sevdiğimiz kahramanlar tıpkı öğretmenimizin anlattığı gibi medeni insanlardı. Köşklerde yaşar, partiler verirler, dans edip içki içerlerdi. Biz yerli malı haftasında elma portakal yerken onlar Roma’ya ve Paris’e alışverişe giderlerdi. Onlara çok özenirdik.
Büyükbabam meramdaki bağının bir kısmını ekmez boş bırakırdı. Neden diye soranlara da “harp çıkarsa oraya buğday ekeceğim” derdi. Biz de gülerdik. Neden harp çıksın ki biz her şeyimizi değiştirip medeni olmuşken.
İlkokul son sınıfta bir sınav yapıldı ve okul birincisi oldum, öğretmenim Anadolu Lisesine gidip gitmeyeceğimi sordu. Ben daha önce Anadolu Lisesi diye bir şeyi hiç duymadığım için afalladım ne diyeceğimi bilemedim öyle baktım bön bön, ağzımda bir şeyler gevelediğimi hatırlıyorum. Ben daha Anadolu Lisesinin ne olduğunu öğrenemeden duydum ki ailem beni onlar öldükten sonra arkalarından Kur’an okuyum gerekçesiyle İmam Hatip Lisesine kaydettirmiş. Uzun süre mahallede çocuklar benimle alay etti. Sen ölü yıkayacaksın diye bağırıp gülüşürlerdi. Tıpkı o yerli filmlerdeki köyden gelen hizmetçi kızların dans etmeyi bilmediği için aşağılandıkları gibi çok ağladığımı hatırlıyorum. Oysa ben ölü yıkamak değil medeni olmak istiyordum.
Pazar günü sabahları fırında börek yaptırıp, böreğin peynirsiz ucunu pekmeze bandığımız saatlerde televizyonda kovboylar vahşi Kızılderilileri öldürürdü ve biz kovboyları tutardık. Onlar medeniydi çünkü. Sonra ayakları zincirli siyahi köleler gördük, beyaz adam üst katta uzun masada boynuna beyaz mendil takarken onlar malikanelerin bodrum katlarında yemek yerlerdi. Eğer az yer ve tarlada çok çalışırlarsa o zencilerin beyaz ve medeni insanlardan korkması gerekmezdi. En çok birkaç kırbaç yerlerdi o kadar. Onlar da aslında ne kadar medeni olabileceklerini göstermek için çalışmaktan arta kalan zamanlarda keman çalıp eğlenirler ve kendilerini beyaz adama göstermeye çalışırlardı. Zira medeni beyaz adamlar vahşilerden hoşlanmaz ve hemen cezalandırırdı.
Bugünlerde bazıları çok kızgın. Sahip kırbacını sallıyor. Hala medeni olamadık ve beyaz adam bizi bir türlü sevmedi. Işıkları kapatmıyor ve çok ses çıkarıyoruz.
Yoksa mahallemizdeki yaşlı amcaların anlattıkları doğru mu?