Bazı şiirler insanı öyle bir anında yakalar ki, o şiiri daha önce yüzlerce defa okumuş olsak bile bambaşka bir boyuta taşır, bambaşka duygulara, mekanlara götürür bizi. Bu şiirler, büyük şiirlerdir. Başka var mıdır bilmiyorum ama benim okuduğum, ölüm üzerine yazılmış en güçlü şiir, Cahit Sıtkı Tarancı’nın Otuz Beş Yaş Şiiri’dir. Belli bir yaşa gelen her insan bu duyguları mutlaka yaşar. Aynadaki yüz içimizi kanatır. Fani bir rüzgâr eser yüreğimizde. Düne hayıfla, yarına korkuyla bakarız. Yolun yarısına geldiğimizi düşünsek bile, kapının önüne kadar geldiğini hissederiz ölümün. Bu şiiri gençlikte anlamamız mümkün değildir gerçek anlamda, zira gençliğin seması şen, arzı gülşendir. Yolu yarılamak gerekir bu şiire gerçek anlamda vakıf olabilmek için.
Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Böyle başlar bu harika şiir ve:
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allah'ım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Diye devam eder. Şakaklara düşen aklar, gözler altına yerleşen mor halkalar, yıllarca dostça baktığımız aynaları bize düşman eder.
Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.
Sonra resimler söyler gençlik türküsünü. Ama bu türkü artık bir bahar havası olmaktan çıkmış bir ağıta dönüşmüştür. O güneşli günler gölgelenmiş, o şevk, o heyecan kaybolmuştur. O güler yüzlü adamın yerine, endişeli bir adam gelmiştir. Yaklaşmakta olanın ayak seslerini saatlerin tıkırtısında duymaya başlarız artık.
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız,
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Dünden medet umar, gençliğimizi, ilk aşkımızı akranımız arkadaşlarımızı hatırlamaya çalışırız ama nafiledir bütün bunlar, sisler içinde hayal meyal görünen şeyler ayrılmış, kopmuş, bizi bırakmışlardır. Gittikçe büyür yalnızlığımız.
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç fark ettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Gökyüzünün rengi kızıla döner, taş olduğundan sert, su daha gür, ateş daha yakıcı görünür artık. Çünkü bizim direncimiz azalmıştır. Ölümsüz gençlik gözlerini fani bir çağın ortasında açıvermiştir gözlerini. Her doğan gün bir dert olur, her giden kuş bir umudu götürür, her düşen yaprak kızıl bir alevdir içimizde. İnsan bu yaşa gelince anlarmış, kendisine yazılı olan doğadaki mektubu, bu yaşa gelince okurmuş hakkıyla, kendi romanını içinde...
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?
Ayvanın sarısı benzimize otururken, narın tanelerince vehimlerimiz vardır bu sonbahar bahçesinde. Havada dönüp duran kuşlar bile tehdit eder aciz bedenimizi ve her ölenle tarumar olur içimiz. Hayatın güzelliği yine de yansır gönlümüze ölmek istemeyiz. Bütün korku ve endişelerimizi besleyen de bu yaşama isteğimizdir. Ancak neylersin...
Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.
Dostların gözleri nemli, bir bir toplanırlar o musalla taşının etrafına. Bizde uyanamamanın ağırlığı, geçip gitmenin hafifliği kalmıştır. Bir namazlık görevlerini üstümüze atacakları toprakla bitirecek olan yakınlarımızın üzerine doğacak olan yarının güneşini biz göremeyeceğiz artık. Gün eksilmeyecek penceremizden belki ama biz o pencerede olamayacağız.
Sevgiyle kalın.