İnsanlık tarihinin belki hiç bitmeyecek bir sorunu, yozlaşma. İnsanoğlunun benimseyip özendiği, yüreğinde yer eden erdemlerden, kabullerden, değerlerden o adların altında içeriğin boşaltılması; sapma yada istismar edilmesi.
Çağımızda geçmişe oranla yozlaşma, daha önde geliyor. Kavramlara, insanların gözünün içine baka baka takla attırma yaygınlaştı. Artık bu durum romanların konusu değil. Hani Orwel’ın domuzlarının, yönetimleri altındakilere kabul ettirdikleri tür anlayış; artık anti-ütopik, kara mizah türü kurgular; insanlardaki aldatma, kandırarak yönetme, her türlü ahlâki değeri yıkarak yönetime egemen olma yönelişini “ti”ye alan bir varsayım değil..
Kaba örnekler zaten gözlere batıp duruyor. Diyelim ki bir ülke, başka bir ülkeye, “demokrasi götürme” yolculuğuna çıkıyor. Ama götürdüğü, ancak, ölüm, soygun, yolsuzluk, hastalık, insanlığa ait ne varsa onların hepsinin yozlaştırılması oluyor. Ebu Garip (Gureyb) iğrençliğinin son sanığı olan Amerikan subayın da ABD adliyesi tarafından suçsuz bulunduğu haberini, elbette okumuşsunuzdur[1]. Yani, İlk Çağ, Orta Çağ’da görülmeyen vahşetin günümüzde ayan-beyan icra edildiği yerde; suçlular masum bulunuyor. Üstelik bunu adalet mekanizması yapıyor. Yalnız Guantanamo, CIA işkence-adam kaçırma uçakları, henüz adalet konusu değil. Yozlaşmaya bunlardan daha uç örnek bulunabilir mi bilmiyorum.
Tabi, içeriye döndüğümüzde, YÖK’e yapılan başvuruların yüzde seksen beşinin şikâyet, jurnal tipi olması; bilim adamlarının ne ile uğraştıklarını, yani yozlaşmayı öne çıkarması açısından önemlidir. Sağlık kuruluşlarından “mikrop kaparak” ölüm yolculuklarına çıkanların çoğalması; derman aramak için hastane kapılarına koşanların yozlaşmadan nasiplerini almaları değil midir?
Peki ya basın ne işle uğraşır? Ezber bozulmadığı zaman hemen söylenecek bellidir: Basın, halkın gözü, kulağı, dilidir.. İnsanların haklarını savunan, bilgilendiren, uyaran, düşündüren kitle iletişim aracıdır.. Son günler, 28 Şubat sürecinde basının içine düştüğü yozlaşma ile ilgili göz açıcı örnekler yayınlanıyor. Hem de gazetecilik mesleğinin içinden, üç nesildir gazetecilik yapan bir aileden gelen gazete patronu, bu süreçte gazetesinde çıkan haberlerden utandığını söylüyor. Gazeteci olarak, anlamadığı bankacılık işlerine girmemesi gerektiğini, “itiraf” ediyor. Yalnız nasıl girilmesin ki, “yem” ya da siz ona “havuç” deyin (Etibank), büyük. “Sopa”, ürkütücü..
Çark kurulmuş.. Etibank, bir gazete patronuna satılıyor. Orada yozlaşmayı sivrilten bir ayrıntı da var. Satışta emeği geçen Devlet Bakanı (Güneş Taner), daha sonra gazeteye (Sabah) yüz bin dolar aylıkla “Danışman” yapılıyor. O danışmanla ilgili haberler, Sabah’ın o dönemki Ekonomi Müdürü’nün ifadesiyle “Baş tacı” yapılıyor. Satışa karşı çıkan aynı hükümetteki bir başka bakan ise, “kara liste”dedir. Onun haberlerinin gazete sayfalarına girmesi yasaktır. Ancak yasaklı ile “dalga geçen” haberler yer alabiliyor.
Havuçlu göbek bağının ardından sıra, verilen “vazifenin” yapılmasına gelecektir. Bir gün gazetenin genel yayın yönetmeni, heyecan içinde gazeteye gelir. “Bana komutanlar gösterdi. Çok yakında darbe olacak dediler. Hangi tank nerede duracak onu bile gösterdiler bana. Bugüne yarına darbe olacak. Bu hükümeti devirmek lazım. Hemen saldırıya geçelim.” der. Artık “Zafer’in, 28 Şubat haberlerinin dozu” artmaktadır. Gazeteye, “hükümeti devirme” talimatını da vermiştir. Patronunun, daha sonra “yüzünü kızartan” haberler; bir başka yayın grubunun amiral gemisinin de salvo atışları ile birlikte görevi ifaya başlar. Sabah ve Hürriyet’ten gazeteciler, Sincan’da otomobilde sabahlarlar. Tankların yürütüleceği haberi, önceden verildiği için ilk görüntüyü onlar alıp “manşeti yürüteceklerdir”. Bu arada iş kazası olur. Tank yürüyüşünü görüntülediği halde servise koymayan foto muhabiri (Oktay Çilesiz), Hürriyet’ten atılır. Ama işbirliği, sabah dörtte yürüyen tankları, üstelik ters istikamette 16.00’da yeniden yürütmeye yetecek kadar güçlüdür[2].
Yozlaşmanın basın kanadındaki kısmını, yine basın içinden insanların itirafları ve başka yayın organlarının yazmasından öğrenebiliyoruz. Basın, kendi kirliliğini, açığa çıkarıp eleştiri oklarına hedef olarak dikebiliyor.
Sivil toplum kuruluşları, adalet kurumundan önemli yetkililerin “brifing” alarak görevlerini idrak ettikleri bir yaygın yönlenme devridir.
Belki basındaki yozlaşma, çok öne çıkmıştır. Ama bu aslî görevden sapma durumu sadece gazetelere, gazetecilere mi mahsustur. Diyelim ki, Amerika’daki bir Yahudi kuruluşundan “dünya lideri” madalyası alan askerin, hali aynı değil midir? Savunma, güvenlik ile ilgili temel görevini yapma yerine, kendisini toplum iradesini ipoteği altına alan bir güç görerek, yönetimi değiştirmek asli iş midir? Türkiye’deki darbelerin her türünün, Türkiye üzerinde hesapları olan güçlerle irtibatlı olduğu artık bilinmektedir. 12 Eylül, 28 Şubat’la Amerika’nın bağı açıktan kurulmakta, bilinmektedir. Diyelim ki, Abdülaziz’in devrilmesi, II. Meşrutiyet ve Abdülhamit’in hal edilme operasyonunda da Büyük Britanya’nın rolü gizli midir?
Yozlaşma, yanlış kullanımı, hedeften sapmayı, erdemlerin yitirilişini birlikte getirmiş, birbirinin sebep-sonucu olmuştur. O zaman yozlaşmadan şikâyet yeterli midir? Hem yozlaşma, eleştirilmeli hem de yozlaşmanın panzehiri olan insanî erdemlerin, yüksek değerlerin tanınması, yerleşmesi, kökleşmesi için çaba sarf edilmelidir. Ana sorun da zaten buradadır.