Bugün çağdaş Batı toplumlarında ve ABD‘de yaşayan Müslümanlar, toplumun büyük bir parçasını temsil etmektedirler. Bu insanların çoğu-bunların içinde bizim insanımız da var- Batı ülkelerine göçmen işçi olarak gittiler. Yarım asrı geçkin bir zamandan bu yana, yaşadıkları ülkelerin ekonomik, kültürel ve sosyal hayatlarına katkıda bulunuyorlar.
Son zamanlarda, Müslüman göçmenler, kendilerine teşekkür edilmesi gerekirken, bir takım şovenist gruplar tarafından ırkçı ve ayrımcı saldırılara maruz kalıyorlar. Gittikçe Hollanda, Almanya ve Fransa gibi ülkelerde ırkçılık ve İslam karşıtlığı bilinçli olarak yükseltiliyor. Her hafta mutat veçhile yürüyüşler ve toplantılar yapılıyor. Müslümanların camileri ve iş yerleri kundaklanıyor ve saldırılar düzenleniyor.
Bütün bunlar, Avrupa değerlerinden bahsedilen ülkelerde yaşanıyor.
Maalesef insanî değerleri yüceltme ile ünlü Batı uygarlığı, bugün, bütün bu değerlerden uzaklaşarak; hoşgörüye karşılık fanatizme, genişliğe karşılık darlığa, diğer din ve farklı ırklara nefret etmeye kayıyor. Dün ötekini tanıma, tahammül ve saygı göstermeyi savunurken, bugün tam aksi bir istikamette politik davranış ve tutumlar sergileniyor.
Bugün bütün dünyada yaygın olan bir kanıya göre İslamofobya 11 Eylül tarihinde ikiz kulelere yapılan saldırılarla birlikte güç kazanmıştır. 2006 yılından itibaren ise blog ve ağlarda güçlenen yeni batının İslam ve yabancı düşmanlığı üzerinden yürüttüğü ırkçı söylemi uzun süredir seçim meydanlarında dile gelmeye ve de oy getirmeye başladı. Bu yaklaşım biçimi git gide Avrupa siyasetinde daha çok taraftar buldu.
İslam karşıtlığıyla bilinen Hollanda’lı siyasetçi Geert Wilders, mukaddes Kitabımız Kur’an-ı Kerim’i bir terör ve nefret kitabı olarak nitelendiriyor, o da kendi ülkesi de dâhil tüm Avrupa ülkelerinden Müslümanların çıkarılıp kovulmasını savunuyor.
Son zamanlarda bu ırkçı ve ayrımcı söyleme ABD yeni başkanı Donald Trump’un da katıldığını görüyoruz. Cumhuriyetçi Partinin lideri Donald Trump seçim meydanlarında nefret suçu işleyerek, ülkeye göçmen ya da turist olarak hiçbir Müslümanın kabul edilmemesi gerektiğini ileri sürüyordu. Başkan seçildikten sonra bir kararname yayınlayarak İran, Irak, Somali, Libya, Yemen, Suriye, Sudan vatandaşlarının ABD’ye girişlerini yasakladı. Bu listeye başka Müslüman ülkelerin de ekleneceği söyleniyor. Böyle bir politik karar dünyada emsali görülmemiş bir ayrımcılık örneği ve nefret suçudur.
Kısa zamanda bu ayrımcı politikalar Batı ülkelerinde etkisini gösterdi. Irkçı ve radikal örgütler tarafından bulundukları ülkelerde göçmen işçi statüsünde bulunan Müslümanların camilerine ve kültür merkezlerine saldırıların artmasına yol açtı. Her gün yeni bir cami kundaklanıyor. Dini kurumlara yapılan bu saldırılar, daha da genişletildi, Kanada’da bir camiye namaz esnasında yapılan silahlı saldırıda maalesef namaz kılan altı kardeşimiz şehit oldu. Onlarcası da yaralandı. İbadet özgürlüğü olmadığı gibi, Müslümanların can ve mal güvenlikleri de tehlikeye girdi.
ABD ve Avrupa ülkelerinde en çok kullanılan kavramlar arasında “dini çoğulculuk ve kültürel çoğulculuk ” geliyor. Eğer dini ve kültürel çoğulculuktan maksat, ötekinin varlığını bir realite olarak görmek ise, biz de böyle bir çoğulculuktan yanayız. Eğer bu, sadece Batı’nın hegemonyasını kabul etmek ise, biz bundan yana değiliz. Zaman bir cahiliye hastalığı olan ırk ve inanç ayrımcılığı yapmak değil, ötekinin de varlığını kabul ederek bir arada yaşama kültürünü büyültmekten geçiyor.