Saygı değer okuyucularım, bugün sizi S.Ü. Edebiyat Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı bölümünde öğrencim olan bir deneme üstadıyla tanıştıracağım: Kemal Özeren.
Şimdilerde öğretmen olan değerli öğrencimin övgüye değer çalışmalarından birkaçını; size, yazar ve şair gönül dostlarımıza sunuyorum.
Marufuna…
Marufuna isyankâr bir yüzle bakıyorum.
Dalga kıranlara yeni yetme ölümler gelmiş.
Unutulmuş masunluğunda fırtınaların iri kasları yayılıyor yüreğime.
Ben yalın ayaklı bir bedevi ya da sana susayan bir çölüm evrenin ortasında.
Yapraklarında hışırdıyor ve yarım akıllı deliler gün beyazını giyiyor sessiz sedasız.
Meydanlarda uçuşan güvercinler var, bir de rüyalarıma yuva kurmuş Hüma kuşları.
Bulutlarım sessizliğin sesine ağlıyor benim için, ortasına yalnızlığını almış bir ölüm kahır yükleniyor sevdamız adına.
Marufuna hasret dolu bir çift gözle bakıyorum.
Titreyen ellerime dokunan ölüm damlacıkları, beni sana taşıyor sel olup.
Haydi, çocuklara yeni oyunlar öğretsin sevgililer, gökyüzünde uçuşan uçurtmalarla.
Ben yalın ayaklı bir bedeviyim ya! Yalınlık bana kalsın.
Çöllerde yeni açacak zambakları yükleniyorum.
Ve marufuna, titreyen bir mumun ardında rüzgârlarımı sunuyorum.
Çıkmaz sokakları çıkaran sokaklarda.
Kuytusuna düştüğüm bir gölgenin karanlığına aldırmıyorum artık.
Çünkü içimde volkanlar var, aydınlatıyor beni.
Siyah ciltli bir kitabın okunmayı bekleyen falanca sayfasından sesleniyorum sana.
Adımıza belâ denildiği günden beri seni özlüyorum.
Satırlarıma düşen gözyaşlarınla okurken beni; hayat bulmak için, bir gün acı hıçkırıkların suskunluğunda umutlar var.
İstanbul…
İstanbul kokan padişahlığım, güçsüzlüğüm kokacak.
Ve Tarabya’dan yola çıkacağım, sana gelmek için.
Sirkeci’den geçen tren, içimden sen geçeceksin.
Dağılacak soğuk nefesim ve salınacak donuk bakışım.
Çadırımı mor mürekkebe batırılmış bulacağım ve tek bilen onlar olacak beni.
Ve saldırmasını bekleyeceğim denizin ortasında martıların.
Saldırmayacaklarını bilsem de.
Yüzümü İstanbul yıkayacak aynalarda.
Ve tacımı Kız Kulesi giydirecek. Pelerinlerim Ayasofya ve Sultan Ahmet’in ellerinde.
Ben hep matem dağıtsam da İstanbul’ a.
İstanbul, ah! İstanbul hep gülecek yine de.
Ve sürgüsü çekilecek gözlerimin, imdadıma yetişemedin sen.
Kendimi hapsedeceğim işte gönlümün parmaklığına.
Her ne kadar içine sığmasam da İstanbul’ un,
İstanbul benim içime sığacak.
Ah! Gülmesini hiç beklemediğim İstanbul.
Ağlamak güzel ki ve ne kadar da yakışıyor sana.
Ve veda edemediğim, hasretine yeniden kavuşmak kendi zindanımda.
Yankılanıyor dört çehresi -bulun ah, İstanbul’un.
Ve yakaran ben oluyorum yalvaran yine sen.
Seni hep sevmenin hem de daha çok sevmenin hesaplarını yaptığımı, bilmeni isterdim yine de İstanbul.
Özgürlüğüme kavuştuğum ilk gün, kendimi mahkûm edeceğim gözlerine.
Müebbede dönmüşüm, duygularım senin ellerinde sallansın diye.
Ben içimi çekeceğim senin hasretinle İstanbul!
Biz aşkları, üzeri demirle kaplı içi ağaç kokan kitapların heyulâsından öğreniriz. Bu ayrılığa anlam katan, senin hasret dolu bakışlarındaki ışıltıların yansımasıdır. Ve biz, göklerde şekil veririz üzeri griyle kaplı bulutlara, bakmak; ardından o kadar güzel ki... İstanbul... .
Sebepsizim…
Sebepsizim; kendini beğenmiş bir yürekle yere dökülen yüzlerimi topluyorum birer birer. Utangaç bir bakışın tam karşısına dikiliyorum. Hazzım, karşımda sıkılan iki büklüm bir bedenin mahvoluşuna değiyor. Sebepsizliğime gökyüzü indirmeler yapıyor.
Sanki, bu bir dünya savaşı. Oyuncaklarımın üzerlerine yağmurlar gibi hayaller yağıyor. Kurduğum düşlerimden kaçmanın yollarını arıyorum, hem de bütün benliğimle. Gözlerindeki o acımasız rengârenkliğin girdabına kapıldığım günden beri kopan fırtınalar, birer birer anlamsızlaşıyor yanımda. Gözlerimden, her ânıyla olmasa da değişik zamanlarda üç isim okuyorum: Biri sevgi, biri öfke ve biri de kin…
Dertlisin biliyorum; tüm dertleri olmasa da, benim gibi bir derdi seviyormuşsun. İnan bana sebepsizim, sevgiye dair bir yüreğin elinden tutmak, sabrın en büyük büyüsü.
Şimdi denizdeki dalgalar boy boy, hayat ağacı büyüdükçe büyüyor ve ben gözlerinin esaretiyle kıvranarak ölmekten korkuyorum. Ya azat edip kurtar beni ya da yeniden yargıla... Sebepsizim; titreyerek uyandığım o ağlatan gecelerin sabahında, sevgisinden deliye dönmüş yüzlerce kelebeği penceremde görmek umut veriyor bana.
Yaşadığımı, okuduğum kitaplardan anlıyorum ve bir de gözlerinin üç ayrı vakit heyecanla parlayan ışıltılarında. Vurgun mu yedim bilmiyorum, ama seni düşünmeden de yapamıyorum.
Yazdıklarımı bir daha okuyacak kadar cesaretim yok. Tüm prometelerin çağa gömülen yüzlerini hatırladıkça seviniyorum. Ne söylenen koskoca yalanlara itirazım var; ne de bitmesini beklediğim ömrümün son anlarına.
Sebepsizim; yatamıyorum, kıvır kıvır kıvranıyorum. Bu koskoca dünyaya düşen beyaz taneler gibiyim. Islak bir bekleyişle nemli gözlerimin en umarsız zamanlarında çizilmiş yeni bir matemin hercaisi gibiyim. Vakit gece yarısı, umutlar karanlıklara dalalı saatler oluyor ve birbirinden habersiz insanlar sanki saklambaç oynuyor.
Üstümüzü örten rengârenk battaniyelere sarılan hayallerimiz ve yeşil yeşil yanıp sönen bu şehrin ışıklarına denk gözlerin; bir aydınlatıyor gecemi, bir de tutuyor beni boğum boğum. Bu bir tutsaklık belki de, adı karanlık. Biliyor musun; sensizliğe katlanmak da sabır, seninle olmak da ya da kurumuş gözlerin üçüncü zamanlarında alnıma değen bu gerçeğin haykırışlarına değen mahkûmluğumuz.
Üzerime yağdırılan tüm cennetler kadar ipe çekilmeyi istiyorum. Savrulan tüm hayatlar gibi kalbimde gideceğim yer olsun.
Sevincim bir deli saraydaki kule.
Tepeden tırnağa kuşanmış askerlerim.
Ne gökyüzündeki yıldızlarla savaşmaya yelteniyorum.
Ne de çocuksuyum eskisi gibi.
İçim derinleştikçe, derinleşiyor içim…