Bir gün söz söyleyen, söylediği sözü söylenmesi gerektiği gibi söyleyen, söyleyişinden sözlerin ekmek gibi su gibi cana aktığı birisine bir adam gelip sordu. Ey sözü can olan bir sorum var sana:
-Bir kalenin burcuna bir kuş gelip konsa başımı daha değerlidir yoksa kuyruğu mu?
Söz söyleyen dedi ki:
-Eğer kuyruğu köye yüzü şehre doğruysa yüzü üstündür. Yok eğer kuyruğu şehre yüzü köye dönükse kuyruğun önünde toprak ol. Kanadı olan kuş yuvasına kadar uçup gider. İnsanlar, insanların kanadı da himmettir.
Bir aşık, hayra, şerre bulanabilir. Türlü merhalelerden geçebilir. Sen onun hayrına şerrine bakma, himmetine bak.
Doğan, isterse beyaz ve eşsiz olsun; fare avladıktan sonra bayağıdır. Fakat baykuşun meyli, padişaha olsa doğan sayılır, külahına bakma. İnsan, bir hamur teknesi boyuncadır ama gökyüzünden de üstündür, esirden de. Hiç bu gökyüzü “Biz onu ululadık” sözünü duydu mu? Kim duydu bu sözü? Dertlere düşmüş Ademoğlu.
Adam cevabımı aldım dedi. Dedi ama yetmedi. Daha da sormak istedi. Oysa bir kendisi değildi. Söz söyleyenin etrafı kalabalıktı. Ekmeğe cana ihtiyacı olan bir kendi değildi. Aç kalanın gözü açlıktan başka bir şey görmez. Aldırmadı. Kalabalığı yarıp daha soracağım dedi. Söz söyleyen gözleriyle konuştu. İki göz tek bir ışık oldu. Işık adamı alıp hamamın duvarlarına götürdü. Duvarda birbirinden güzel resimler. Bakıp kaldı. Ama onlara karşı içinden cilve yapmak gelmedi. Arkasını döndü. Bir bahçe içinde bir kocakarı. Şöyle bir süzdü adamı. Nerden gelip nereye gittiğini sordu. Bir tas ayran vermeye kalktı. Adam cilvelenmeye başladı.
Işık kayboldu. Söz söyleyen sözü söylediği yere getirdi adamı. O koca karıda olan ama resimlerde olmayan nedir ki, seni koca karıya çeker. Soruyu o sordu bu kez. Ve cevabı da ben vereceğim dedi: Akıldır, duygudur, anlayıştır, tedbirdir, candır. Koca karı da insanla kaynaşan can var. Halbuki hamamdaki resimlerde ruh yok. Hamam duvarındaki resim bir harekete gelseydi derhal seni koca karıdan çekerdi.
Can nedir ki? Soru soran arttı. Işık gölgeyi dağıttı. Gölge de iyidir güneşte lakin bu sefer ışık arandı. Can nedir ki? Bir daha sordu öteki.
Can nedir? Hayırdan şerden haberdar olan, lütuf ve ihsana sevinen, zarardan yerinip ağlayan şey. Madem ki canın sırrı, mahiyeti, insana hayrı, şerri haber vermede... Şu halde hakikatten kimin daha ziyade haberi varsa o, daha canlıdır. Bu da bilgi ve anlayışla olur.
Adam koşarak annesine gitti. Bana verdiğin can değil dedi. Babasına gitti. Bana verdiğin can değil dedi. Gülüştüler hayretle karşılık. Hep bir tuhaflık sezerlerdi zaten. Resimler dedi. Resimler. Herkese resimsin sen demeye başladı. Bilgisi anlayışı olmayan cansız resimdir. Soğuktur, ölüdür. Cansızdır.
Söz söyleyen dokundu omzuna, gel dedi. Işığı verdi ona. Resimlere can verilince onlara cilvelenmek daha hoş olur. Onlar resim istemem dediyse de, resme can katmak gerek dedi. Bunu Tanrı yapar. Ağzından çıkan söze kendisi de hayret etti. Tanrı yapar.
Ağlamaya başladı. Çaresizlik… Çaresizlik gözyaşına dönerse Tanrı’ya döner yüz.
Kalenin burcundaki kuştan haber ver dedi. Yüzü ne yana.
Şehrin dışına yollandı önce. Yukarı baktı. Aşağı baktı. Sağına ve soluna. Kendisi tırmanmaya başladı. Burca çıktı. Savaş zamanı olsa, binlerce ok etrafında, tam bir hedef olurdu. Savaş dışarıda olmasa da içinde devam ediyordu. Canı yandı. Vurulmuş gibi halsizleşti. Burcun üstüne yığıldı. Yüzünü kontrol etti. Eliyle değil. Gözleriyle. Gözü neyi görüyorsa yüzü ordaydı. Gözü şehri gördü.
Orda da ağladı. Burcun üstünde.
Ağladıkça şehri daha net gördü. Neye bezendiğine, neyle meşgul olduğuna, ne kadar değerli olduğuna, neyi bildiğine bakmadı. Yüzünü şehre döndü.
Yüzünü şehre döndü. Canı gördü.
Kendi resmi canlandı.
Yüzünün döndüğü yerdir seni değerli kılan. Söz söyleyenin sözünü duydu inmeden önce.