Zaferi dağlarda bırakmak
ya da şehirlere hâkim olmak
Ernesto Che Guevara Marksist ideolojinin Enternasyonalist gerilla liderlerinden. Hatta en önemli lideri. Taraftarlarınca idol kabul edilen, 1959 Küba devrimi sonrası hükümetçilik oyununu sevmediğini belirterek başkaca Latin ülkeler için kurtuluş projeleri üretmek üzere tekrar dağlara ve dağların zor şartlarına dönen sol önder. Marksist ve din tanımaz bir kişiliğe sahip olmasına rağmen İslami camianın bir kesimi de içinde olmak üzere tüm dünya halkları tarafından takdir edilen birisi. Hayatıyla ilgili onu anlaşılır kılan özel vurgular var. Doktor olmak gibi Latin ülkelerinin önemsediği bir kariyere rağmen, halkının özgürlük ve bağımsızlığı adına dağları seçmiş olması. Dağlardaki zaferinin semeresinden pekâlâ istifade edebilecekken bunu elinin tersiyle itip, Enternasyonel bir dayanışma bilinciyle hareket ederek Bolivya’ya geçmesi ve Bolivya hükümetinin askerlerince esir alınmış olmasına rağmen dağlarda infaz! edilmesi. İnfaz sırasında bir korkak gibi değil, meşhur olduğu yönüne zarar vermeyecek bir cesaret sergilemesi.
Oysa Ernesto Che Guevarayla ilgili olarak, dağlarda faşist iktidara karşı mücadelesindeki cesaretine inat, şehirlerde iktidarcılık oyununa karşıda bir o kadar korkak olduğunu söylemek haksızlık sayılmaz. Çünkü dağlar şehirlerin hâkimiyeti için vardır. Zaferi dağlarda bırakmak, şehre taşımamak, mücadele ettiğin her kimse, onu daha bir güçlendirmek anlamına gelir. Marksist ideolojiye göre de zannediyorum Che’nin bireysel iktidarından, Fidel Castro’nun kurumsal iktidarı daha değerlidir.
Bu örneği Türkiye’nin bu günleriyle uyumlu olduğunu zannettiğim için verdim. Türkiye’de dağlarda değilse de evlerde, sokaklarda ve meydanlarda verilen mücadeleyi derinlere sızmış güçlere karşı şehirlerde iktidar etmek isteyenlerle, buna karşı duranların kavgası başladı. Öteden beri devam ettiğine inandığımız bu kavganın, Ak Parti eliyle yürütülen bu günkü şeklinin diğerlerinden farkı, sistemin derinliklerindeki bu yapıya karşı Ak Partinin bir duruş geliştirmesidir. Geliştirdiği duruşla da onlara fark ettiğini fark ettirmiş olmasıdır.
Oysa Türk siyasi yapısı bu güne kadar hep fark ettiğini görmezden gelme yöntemi ile yaşam sürmüş, bile bile bilmezi oynamıştır. Bu gün ise, bilmeye çalışan ve bildiğini deşifre edip etkisiz hale getirme istek ve arzusunda olanlar, sağcısıyla, solcusuyla, liberaliyle, demokratıyla, İslamcısıyla, bir taraf olmuştur. Bundan dolayı da geldiğimiz noktanın ehemmiyetini fark etmememiz düşünülemez. Yarınlara neleri devredeceğimizin ön projeksiyonları bu günden çizilmektedir. O sebeple de gün, bu mücadelede derinliklere karşı halkın yanında duranların fraksiyonlarıyla oyalanma günü değildir. Gün, deşifre olmuş güçlere karşı insan olmanın hak ve özgürlüklerini savunan, adaletin egemen olmasını isteyen, oluşturulan ortak zeminde, iğrenç ve inanca aykırı unsurlar bulundurmamak kaydıyla tüm insanlığın mutabık kaldığı temaların egemen kılınması günüdür.
Eğer bizim de, ne kadar farklı anlayış ve düşünceler içinde olduğumuzu varsayarsak sayalım halkın bu gün yaşadıkları ve yaşadıklarının yarına yansımaları konusunda söyleyeceklerimiz varsa, bu gün ve şimdi söylemeliyiz. Yılanın ne denli kaygan olduğunu hepimiz çok iyi biliriz. Yılanı tutmaya çalışanlar, verilmeyen destekten dolayı elden kaçırırlarsa yarın bizim konuşmamızın bir anlamı kalmayacaktır.
Oluşturacağımız gündemlerin bir kenarında, bu Marksist ruhlu, faşist görünümlü halk düşmanı unsurlar bir şekilde geçmelidir. Bunlardan arındırılmamış bir Türkiye’de, çocuklarımız için uygun ve anlamlı gelecekler yoktur. Eğer, yüzyıldır yaşanan olayların müsebbibi olan ve temelinin ittihatçı unsurlarla bezenmiş olduğunda şüphe bulunmayan bu kesim, bir yüzyıl daha etkin ve bir o kadar da egemen olacaksa çocuklarımıza bırakacağımız miras ancak maddi ve manevi kölelik olacaktır.
Müslüman camia olarak özellikle bu günlerde, kendimize ait ihtilaflar ya da detaylarımız hasıraltı edilmeli. Bizi 28 Şubat sürecindeki gibi ana gündemden saptıracak, bu ülkenin arınmasına ve temizlenmesine zarar verecek her ne varsa üzeri örtülmelidir. Kimseye hiçbir şekilde üzerimizden hesap çıkartacak görüntüler vermemeliyiz. Düne göre bu gün, bize gelen teklif ve temennileri daha bir derin düşünmeli daha bir fazla istişare etmeliyiz. Gün, kendi dünyamızdaki açmazlara takılıp, üzerimizden semirenlere yol açma günü değildir. Gün, safları sıklaştırıp, hangi mezhep ve meşrep ve hatta inançtan isek, el birlik edip bu ülkenin çanına ot tıkayan derin oligarşinin ya da zulüm merkezlerinin etkisiz hale getirilmesini talep ve takip etme günüdür.
BİR FIKRA...
Yoğun ishal şikâyetiyle doktora giden adama doktoru yanlışlıkla anti depresan verir ve on gün sonra tekrar gelmesini söyler. Onuncu gün odasına giren doktor, koltuğa kurulup ayak ayaküstüne atan ve ellerini de başının üzerine bağlayıp oldukça cakalı bir görüntü veren hastasını görünce, üzerinden gelen iğrenç kokuyla uyumlu olmayan bu görüntüyle şaşırır ve sorar: "Nasıl oldun." Hasta, ayağının üzerine attığı ayağını sallayarak, "çok kötü ama artık önemsemiyorum" der.
Yüzyıldır önemsemediğimiz bir şeyin ucunu yakalamışsak, üzerine gitmek, en az üzerine gidenler kadar bizim de görevimiz.