Zor, oyunu bozar!

Mustafa Yiğit

Bir manken kız “fikrim gelirse söyleyeceğim dedi” ve bir soruyla ortalığı karıştırdı.

Aslında bu soru çok eski bir soruydu.

Bu soruyu binlerce yıldır pek çok düşünür, siyaset bilimci, filozof farklı şekillerde sormuşlar ve egemenlik - iktidar kuramlarını  da bu soruya verdikleri cevaplar üzerine kurmuşlardır. 

 “Egemenlik ve iktidar” ikilisi  her zaman tartışmalı kavramlar olmuştur.

Egemenlik kimindir, ya da egemenliği kim, kimin adına kullanır?

Devleti kim yönetmelidir, seçkinler mi, vatandaş mı, yoksa tanrı tarafından seçilmiş “karizmatik”  liderler mi?

Yani, devleti çobanlar mı yönetecektir,  kendinin seçkin ve diğer insanlardan “üstün” olduğuna inananlar mı?

Bu soruların cevapları,  dönem dönem farklı yönetim biçimlerini doğurmuş, demokrasi, aristokrasi, oligarşi, monarşi, teokrasi gibi pek çok yönetim biçimiyle tanışmıştır insanlık.

Aslında bu sorunun özünde bir bakıma insanlık tarihinin “iktidar savaşı” gizlidir diyebiliririz ve insanlık tarihi bir anlamda başlı başına bir iktidar mücadelesidir.

Babayla oğul arasında, karıyla koca arasında, patronla işçi arasında hep bir iktidar mücadelesi varolagelmiştir.

Bu mücadele de siyasal iktidara kadar uzanan bir süreçtir.

Oysa ki, asıl  mesele  bir devleti kimin yönettiği değil, nasıl yönettiği olmalıdır.

O devlet içinde yaşayan insanların mutluluğu, refahı  ve özgürlüğü sağlanıyorsa mesele bitmiştir.

Bu yüzdendir ki, İngiltere, Danimarka demokratik bir krallıkken, Sovyetler Birliği, Libya, İran totaliter/teokratik cumhuriyetler olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.

 Bu ülkelerin hangisinde  bireysel hak ve özgürlüklerin gelişmiş olduğu ise bilinen bir gerçektir.

Bu şekli bir görünüştür diye itiraz edenler olacaktır.

Tam da burada onlara haklısınız diyorum ben de.

İçini dolduramadığımız her şey, şeklen var olurlar.

Özüne indiğinizde ise tam tersi, beklentilerinizden farklı şeylerle karşılaşabilirsiniz.

Rejimler, sistemler ülkelerin tarihi şartlarına, insanların düşünüş biçimlerine göre farklılıklar gösterebilir.

Bu nedenledir ki,  onların siyasal geleneklerine iyi bakmak gerekir.

Siyasal geleneğe baktığımızda aslında Türkiye’nin kendine özgü tarihi içerisinde, ne İran ne Rusya, ne de başka bir ülkeye benzeştiğini görürüz.

Klasik bir  deyim kullanacak olursak, bu ülkenin özgün şartları ne  İslam devrimine ne de   komünist devrime izin verir.

Çünkü Türk insanı hiçbir zaman radikal uçlara gitmemiş, hep “sağduyuyu ” tercih etmiştir.

İtidal sahibi, dinine diyanetine ve devletine bağlı bir çoğunluğun yaşadığı  ülkedir  Türkiye.

Onun için din de, laiklikte problem olmamıştır hiçbir zaman.

Anadolu’da bu hep böyledir.

Vatandaş rakısını da içer, cumasına da gider, kızlarından birinin başı kapalıysa diğerinin açıktır ve bunu rejim sorunu yapmaz.

Ve vatandaş şu an, ne laik-anti laik çatışmasını körükleyen laikçi umacılara, ne de devlet adabı ve geleneğinden uzak tüccar siyasetçilere kulak asmaktadır.

Bunu anlamakta zorlananlarsa  “AYDIN!” olan bizleriz.

Seçkinlerin sözcülüğüne soyunan manken de, halk dalkavukluğu yapanlar da bilmelidir ki, zor, oyunu bozar.

Görünün o ki,  bu işi taraflar ne kadar çok zora sokar ve bu zordan ne kadar çok nemalanacağım diye düşünürlerse kendi oyunları da o kadar çabuk bozulacaktır.

Çünkü bu sefer Türk halkı her iki kesim için de farklı  şeyler düşünmektedir ve bu sefer kazanan gerçekten “millet” olacaktır.