Şimdi istiridye zamanıdır.
Paris’te lokantaların önündeki tezgâhlara istiridyeleri dizmişlerdir, kalın eldivenler giymiş bir balıkçı istiridyeleri özel bıçağıyla açıp isteyenlere ayaküstü orada satar.
Üstüne limonu sıkar, tuzlu deniz suyuyla birlikte dilinin üstüne kaydırır, çiğnemeden yutarsın.
Lokantaya girersen eğer özel istiridye mönüsü verirler, boylarına ve geldikleri sahillere göre numaralanmışlardır, onlardan sevdiğini, alışkın olduğunu seçersin.
Ben istiridye çok severim.
Soğuk beyaz şarapla birlikte.
Sonra genellikle coquilles st. jacques ısmarlarım kendime, tereyağında yaparlar.
Fransız mutfağının çok yerleşik bir yemeğidir ama doğrusu ben en iyisini New York’ta yemiştim.
Taze baget ekmeğini suyuna batırmaya ayrıca bayılırım.
Elbette “escargot”, nasıl diyorsunuz siz Türkçede, “salyangoz”, sarımsaklı yeşil sosuyla lezzeti müthiştir.
Ben çocukken sofralarda ıstakoz da olurdu, epeydir ıstakoz çıkmıyor galiba, pek rastlamıyorum bizim buralarda.
İnanmayacaksınız ama en unutulmazını Nairobi’de iki İngiliz kadının işlettiği, kolonyal stili bir binadaki lokantalarında yemiştim.
Ama eğer “et” derseniz, bakın onun en muhteşemini Amsterdam’da bir Şili lokantasında tatmıştım, yanında haşlanmış mısırla getiriyorlardı.
Gecenin geç bir vakti iyi bir yemek konusunda çok umutsuz girmiştim o lokantaya ama yediğim Latin Amerika’nın otlaklarında yetişmiş sığır bonfilesinin o kadar güzeline bir daha rastlamadım.
Tabii Paris’teki “Antrcote” lokantasını da söylemeliyim.