Serpil Yalçınkaya
Siz de Drago’laşanlardan mısınız?
Geçen haftaki yazımda “bu konunun devamını yazar mıyım, bilemiyorum,” demiştim. Lakin hafta sonu katıldığım kitap okuma programında ele aldığımız eser devam etme kararı almamda etkili oldu. Çünkü geçen hafta şöyle bir cümle kurmuştum hatırlarsanız, “Sahip olduğu gerçek potansiyelinin kullanılamaması, geçen her günle birlikte insanın kendi anlamından, değerinden azalarak, uzaklaşarak, körelerek boğulması…”
Dino Buzzati’nin 1940 yılında kaleme aldığı Tatar Çölü tam da bu konu üzerine. Müsaadenizle ben de geçen haftaki konumuza bu kitap üzerinden devam etmek istiyorum.
Tatar Çölü’nü çok uzun yıllar öncesinde de okumuştum, ama o zaman bu ikinci okuyuşumdaki kadar etkileyip sarsmamıştı beni. Neden bazı kitapların farklı zamanlarda birkaç kez üzerinden geçilmesi gerektiğini bu vesile ile bir kez daha anlamış oldum.
“Çocukken insana sonsuz gibi görünen bir yolda, yılların yavaş yavaş ve hafifçe geçtiği, böylece hiç kimsenin akıp gittiklerinin ayırdına varmadığı bir yolda, hep ilk gençliğinin kaygısızlığıyla ilerlemişti. İnsan bu yolda sakin sakin, çevresine merakla bakarak ilerlerdi, aceleye gerçekten hiç gerek yoktu, ne arkanızda sizi sıkıştıran ne de tabi, bekleyen birileri bulunurdu, arkadaşlarınız da kaygısız, oynamak için sık sık durarak ilerlerdi. Evlerinin kapısından büyükler size dostça selam verir ve suç ortaklığı dolu gülüşlerle ufku gösterirlerdi; böylece yürek yiğitçe ve tatlı arzularla çarpmaya başlar ve insan kendisini az ötede bekleyen harikulade umudunu tadar; gerçi o şeyler henüz uzaktadır ama bir gün onlara ulaşılacağı kesin, tartışmasız bir biçimde kesindir.”
Hikâye Giovanni Drago adlı bir teğmenin mezun olduktan sonra ıssız bir çöldeki saldırı beklenilen Bastiani Kalesi’ne atanması, burada kalmak istememesi ile başlıyor. Drago başlangıçta hemen geri dönmek ister ancak mesleğine zarar vermesinden çekinerek dört ay kaldıktan sonra gitmesinin uygun olduğuna karar verir.
“… Alıp başımı gitmem de mümkün, diye düşündü. İstifa edebilirim. Sonuçta açlıktan ölmem, henüz çok gencim.”
“Başlangıçta hep böyledir. Yeni gelenler kazanır. Herkes için durum aynıdır, insan gerçekten güçlü olduğunu zanneder ama bu yalnızca yeni gelmiş olmanın yarattığı bir durumdur, sonunda diğerleri de sisteminizi öğrenir ve günün birinde bakarsınız hiçbir şey yapamıyorsunuz.”
İlk gecenin derin sessizliği ile durmadan damlayan sarnıçtan gelen sesler yüzünden uyuyamaz Drogo. (Ama bir süre sonra o da uykusunu kaçıran sese alışmaya başlamıştır aslında ta ki kaleden ayrılacağı güne kadar…) Kulaklarına ulaşan sarnıcın su sesine duyduğu öfke, kimsenin geçmeyeceği bir boğazı korumak için görev yapan yüzlerce adamın uyanık kalması düşüncesiyle kaleden gitmek istemek ister ve çok saçma bulduğu bir varsayımı dillendirir: “Ya yıllar ve yıllar boyunca burada durmak ve gençliğini burada, tek kişilik yatakta tüketmek zorunda kalırsa?”
Ama zamanla alışkanlıkların verdiği rahatlığın etkisi ile bu kalede yıllarca kalacaktır. O Bastiani Kalesi’ne atanmadan önce gerçek hayata başlayacağı anı beklerken aslında hayatının bitişini de kendi elleriyle hazırlamıştır. Zamanını nasıl boş bir hayal ve beklenti içerisinde tükettiğinin farkında değildir.
“Önünde öyle çok zaman vardı ki! Tek bir yıl bile ona bitmez tükenmezmiş gibi görünüyordu oysa güzel yıllar daha henüz başlamaktaydı; yıllar sonu gözükmeyen sınırsız bir diziye, insanın uğruna biraz sıkılmayı göze alabileceği halen hiç el değmemiş ve görkemli bir hâzineye benziyordu.”
Drago kaleye geldiğinde ilk karşılaştığı kırk yaşlarındaki Yüzbaşı Ortiz’dir. Ortiz, on sekiz yıldır kalede yaşamasına rağmen alıştığı, bildik ve sessiz dünyasını kabullenmiştir.( Aynı gelecekte kendisinin de olacağı gibi.)
Kalede her şey günlük rutininde gerçekleştirilmektedir: Nöbetler, nöbet değişimleri, topların bakımı vs… Herkes meşgul, herkes ancak kendi kendisine yetendir. Ve o burada kendini yalnız hissetmektedir.
Bir pelerin diktirmek için kalenin terzihanesine gider Drogo. Orada, alay terzisi Prosdocimo’nun yanındaki terzilerden biri uyarır onu: “On beş yıl teğmenim, on beş lanet olası yıldır burada ve hala o en bilinen hikayeyi anlatıp duruyor: Ben geçici olarak buradayım, her an gidebilirim… Halbuki asla gidemeyecek… O, alay komutanı albay ve daha pek çoğu ölene değin burada kalacaklar; bu bir tür hastalık, dikkatli olun teğmenim, siz ki yenisiniz… İlk fırsatta gidin, onların çılgınlığına yakanızı kaptırmayın.”
Terzinin bahsettiği çılgınlık ise Albay Filimore’nin, kalenin çok önemli olduğu ve bir gün çok büyük olaylar olacağı, sözleridir. Kaledeki tüm askerler, bir gün kahramanca bir yazgının beklentisi içinde sessizliğe gömülü yıllar geçirmektedirler. Bu durumda Drago’nun düşünceleri:
“Onların talihleri, serüven, herkesin yaşamında en az bir kez çalan o mucize anı kuzeyden gelecekti. Zamanla gitgide belirsizleşen bu uzak olasılık uğruna koskoca yetişkin adamlar yaşamlarının en güzel bölümünü burada tüketiyorlardı… ya gerçekte bilincine varamadıklarından ya da sadece ruhlarının kıskanç çekingenliğiyle birer asker olduklarından, hiç sözünü etmeksizin aynı umutla yaşıyorlardı.” şeklindedir.
O, yaşamın sonuna gelmiş olsa bile insanın beklemeye değmiş diyebileceği bir olaya/ana tanıklık etmek için kaledeki askerlerin yıllarını harcadıklarını fark etse de bu kendisi de da aynı sona doğru gitmektedir.
“Bir sayfa, böylece, yavaşça çevrildi ve tüketilmiş günlere eklenerek öbür tarafa geçti, şimdilik biriken sayfalar ince bir cilt oluşturmakta ama buna karşılık kalan sayfalar bitmek bilmez bir hacim sunmaktadır. Ama yine de biten bir sayfadır, teğmenim, yaşamın bir parçası.”
Kitabı okurken kendimi Drago gibi hissettiğim öyle çok an oldu ki. Çoğu yerde hiç beklemediğim yerden ani bir yumruk yemişim de hıçkırığım boğazımda düğümlenmiş gibi hissettim sanki… Benim “kale”m ne idi acaba? Kale, Drago’nun, alışkanlıklarını oluşturan ve etrafını sağlam duvarlarla ören kendi kendine inşa ettiği yazgısı idi. Kaçıp kurtulma şansı vardı ilk başlarda ama o tehlikeyi fark edememişti, belki de fark etmişti ama değiştirme cesaretini gösterememişti. Hiçbir şey yapmamış, sadece yaşamaya devam etmişti kale duvarları içerisinde… Ve bir süre sonra gitme cesaretini, gücünü elinden almıştır kale. Alışkanlıkları onu uyuşturmuştu içten içe… Yıllar böylelikle geçip gitmişti işte…
Bir gün kalede oldukça ilginç bir olay yaşanır. Lazzari izinsiz kaleden uzaklaşıp atla kaleye geri döndüğünde kendi arkadaşı, “Arap” lakaplı Matelli Giovanni tarafından giriş parolasını bilmediği için, yönetmeliklere uyma zorunluluğu yüzünden öldürülür. Matelli, kendisine lakabıyla seslenen arkadaşını vurarak öldürür.
Yine bir gün kuzeyden hareket eden bir karartı görünür hepsi rahatlarlar, boşuna beklemedikleri ve nihayet bir işe yarayacakları için. Ancak o an hissedilen şey beklenileni karşılamaya cesaret edememek, yeniden hayal kırıklığına uğramamaktır ve bunun için hiçbir harekete geçememek istenilir.
Harekete geçtiklerinde ise durumun aslının Kuzey Devleti’ndeki askerlerin sınır çizgisini bekleyen askerlerinin dağlara doğru yönelmeleri olduğu anlaşılır. Kırk adam Yüzbaşı Monti’nin emrinde bu askerleri takip etmekle görevlendirilirler. Bu görev esnasında Angustina soğuktan ölür. Yaşanan bu iki olay sisteme körlemesine uymayı ilke edinen insanların çıkmazıdır aslında.
Bir zaman sonra evine dönen Drago eski hayatından ne kadar da uzaklaştığını fark edecektir, kaleye dönmeden ayrılmak için dilekçe vermeye hazırlandığında kaledeki asker sayısının yarıya indirileceğini öğrenir. Annesinin zoruyla dilekçe verecek olmasına rağmen bunu bahane ederek dilekçeden vazgeçer ve rahatlar.
“... demek ki annesi, bir daha hiç geri gelmemek üzere yitip gitmiş bir mutluluğu olduğu gibi koruyabileceğine, zamanın akışını durdurabileceğine, oğlu geri geldiğinde kapı ve camları açmakla her şeyin eskisi gibi olabileceğine inanıyordu.”
“İsyan etmemiş, istifasını vermemiş, bu haksızlığı hiç ses etmeden kabullenmiş, her zamanki görevine dönmektedir. Hatta, ruhunun derinliklerinde, yaşamında büyük değişikliklerin böylece bertaraf edilmiş olmasından ve eski alışkanlıklarına aynen kavuşmaktan doğan utangaç bir hoşnutluk bile vardır.”
Kaleye geri dönüş yolunda bir gün hayalindeki kahraman kişi olacağını düşünürken şu soruyu yöneltir kendisine;“Ya, gayet sıradan bir yazgıya sahip sıradan biri olarak yaratılmışsam?”
Ve yıllar geçse de hiçbir değişimin olmadığı anlamıştır artık.
“... ruhunun derinliklerinde, aykırı bir ses, hâlâ inatla kendini duyuruyordu. Olanaksız bir şey, albay, diyordu bu ses, vakit varken dikkatli ol, yaptığın hatalı, (yoksa her şey çok güzel olurdu), dikkat et çünkü korkunç bir yanlışlık yapabilirsin.”
“Gençliğinin solmaya başlamış olmasına rağmen, inatçı bir yanılsama sonucu, yaşam bitmek bilmezmiş gibi görünüyordu gözüne.”
“Ama, sonuçta, en güzel yıllarının, ilk gençliğinin belki de artık tükendiğini de fark etmekteydi.”
Bu yanılsamalar sonucu uzun yıllarını kalede geçiren Drago yıllar sonra bir aylığına izin alıp, yirmi gününü kullanıp geri dönerken tıpkı kendisinin Ortiz’le karşılaştığı gibi yolda genç bir teğmenle karşılaşır. Kendisinin Ortiz’le yaşadığını bu sefer tam tersi bir rolde Teğmen Moro’yla yaşar. Teğmen Moro onun gençliği gibidir. Kendisi de artık iyice yaşlanmıştır.
O gün Drogo, "Koskoca bir kuşağın geçtiğini artık, o uzak Eylül gününde Ortiz'in içlerinde bulunduğunu düşündüğü ihtiyarların tarafına geçtiğini anladı ve hiç bir şey yapmamış olarak, yaşamda tek başına olan Giovanni, çevresine, kendi yazgısının düşüşe geçtiğini görerek korkuyla bakıyordu"
Yine de Drago, hala yaşamındaki güzel şeylerin henüz başlamadığı inancı içindedir. Elli dört yaşında karaciğer rahatsızlığına yakalanan Drago zayıflamaya başlar. Sonra tüm o hayallerine yeni bir hayal daha eklenmiştir, o da iyileşip eski haline kavuşma inancı…
“Yılların geçmesi karşısında duyarsız olan yabancılar, sanki ölümsüzmüşler ve uzun mevsimleri böyle harcamak onlar için önemsizmiş gibi hiç kıpırdamıyorlardı.”
Ve yıllar sonrası bir gün kalede o beklenilen hareket başladığında, düşman tehlikesiyle kale alarma geçtiğinde Drago, yaşlılığı ve hastalığı yüzünden evine gönderilir. Otuz yılını harcadığı kalede, tam da hayalleri kendisine ulaşacakken hayatı ve hedefi tutturamadan yolun sonuna gelmiştir artık;
“...işte artık gri ve tekdüze bir denizin bomboş sahiline varmıştı ve çevrede ezelden beri ne bir ev, ne bir insan, ne bir ağaç vardı. Büyüyen ve yoğunlaşan bir gölgenin ta en diplerden üzerine doğru yürüdüğünü hissediyordu.; belki bir saat, belki bir hafta, belki de bir ay meselesiydi; ama ölüm söz konusu olduğunda haftalar ve aylar bile pek küçük birimlerdi. Demek ki yaşam bir tür şakaydı. Kibrinden, girdiği bir iddia yüzünden her şeyi yitirmişti.”
Bir han odasında üniforması ve yalnız gülümsemesiyle ölümünü bekler…
Hikâye birkaç boyutuyla ele alınabilir. Az önce bahsettiğim Lazzari ve Angustina’nın ölümleri üzerinden sistemin saçmalığı tartışılabilinir ya da olaydaki diğer karakterler üzerinden de konu işlenilebilinir. Ama beni en çok etkileyen şey Drago ve onun kalesi… Onun kalesi diyorum çünkü zahirde tek bir kale vardır ama oraya düşen her bir kişi aslında kendi kalesini kendi elleriyle tamamlamıştır.
“Yaşamı durmuş gibiydi.
Birbirinin tıpkısı olaylarla, aynı günlerle, ileriye doğru tek bir adım atmaksızın yüzlerce kez tekrarlanmıştı.”
Geçen haftaya dönersek; size sorum şu olacak: Eğer siz de Drago’laşanlardansanız şayet; (o hemen harekete geçmek istemiş sonra vazgeçmiş, sonra dört ay beklemiş yine vazgeçmiş sonra yıllarca beklemiş ve yine vazgeçmişti… peki siz…) zamanın fark edemediğiniz o hızla akışında, alışkanlıklarınız boyunduruğundan, rahatından, uyuş(turucu)ukluğundan, yavanlığından, tekdüzeliğinden, tükenişliğinden kurtulmayı göze alabilir misiniz?
Hayatınızın anlamını(kimine göre anlamsızlığını) sorgulayabilecek misiniz? Yoksa Drago’laşmanıza sebep başka başka faillerden mi bahsedeceksiniz?..
Kendi çölünüzde kendi inşa ettiğiniz kalenizde kahraman olma hayalleriyle kaybolup gidecek misiniz?
“…Ama bir noktada, belki de içgüdüsel olarak, insan geri döner ve arkasında bir kapının kapanarak dönüşü olanaksız kıldığını fark eder. İşte o zaman bir şeylerin değişmiş olduğunun ayırdına varırız, güneş eskisi gibi kıpırtısız değildir, hızla hareket etmektedir; ne yazık ki, henüz bakmaya bile fırsat bulamadan, onun ufkun ucuna doğru hızla kaydığını, bulutların da gökyüzündeki mavi koylarda hareketsiz durmadığını, birbirlerinin üzerine çıkarak kaçtıklarını, iyice acele ettiklerini görürüz; zamanın geçtiğini ve günü gelince yolun zorunlu olarak son bulacağını anlarız.”
Ve eğer bu sorulara cevap verebilme cesaretini gösterdiyseniz, işin diğer bir boyutuna geçip, o kapılıp gittiğiniz olağan akıntıdan başınızı çıkartıp farklılaşmaya çalışsaydınız neler yaşayacağınızı ve bir sonraki adımda da size neler yaşatılacağını düşünmenizi rica etsem çok mu şey istemiş olurum…?