Hasan Ukdem
Sultan-Uş Şuara: Necip Fazıl Kısakürek
26 Mayıs 1904 yılında doğup, 25 Mayıs 1983 yılında ahiret hayatına göç eden değerli şair, aksiyon adamı Necip Fazıl Kısakürek'i doğum ve ölüm yıldönümünde bu günlerde yeniden anıyoruz. Onu uzun uzun tanıtma niyetinde değilim, zira bu topraklara gönül vermiş herkes bilir şairimizi. Yalnız sizlere ondan söz etmek, birkaç mısrasını hatırlatmak ve geçlere tanımaları gereken bir insan olduğunu duyurmak istiyorum. Ona Sultan-uş Şuara 'Şairlerin Sultanı' denmiştir daha sağlığında. Bu unvanın verilmesi içini tam dolduran gerçek bir şairdir. Devrinin en güçlü sesi olmasının yanında, söylediği şiirler bugün bile güncel ve yol haritası olabilecek bir vizyona sahiptir.
Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
Şiirlerindeki ses ve söyleyişindeki vurucu etki her şaire özgü bir özellik değildir. Heceyi harika kullanır ve yazdığı her mısra ile Türkçe'ye yeni bir diriliş sunar. Yukarıda verdiğim dörtlükte beklemeyi anlatması olağanüstüdür. Aynı şekilde Kaldırımlar şiirinde o büyük arayışın ilk adımlarını müthiş dizelerle ortaya koyar:
Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.
Yaşadıkları içine sinmeyen bir adamdır o, bunu yazdığı şiirlerde de dile getirir, belki bilerek, belki bilmeyerek. Sonraki zamanlarda bu azmin sahnelerinden biri olan Büyük Doğu dergisinde de bu çilesini görürüz. Sonra gönül sultanı Abdulhakim Arvasi ile tanışır. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu ile bütünleşmesi büyük ıstırapların akabinde gerçekleşmiştir. Üstat, bir akşam çalıştığı bankadan çıkar Eminönü’nden vapura biner. Kendisine İslami telkinlerde bulunacak esrarengiz bir adamla karşılaşır. Yanına oturan adamla önce zahiri meseleleri konuşur. Necip Fazıl tasavvuftan sorunca adam Beyoğlu’nda Ağa Camii’nde Cuma günleri vaaz veren Abdülhakim Arvasi Hazretleri’ni işaret eder. Vapur Beylerbeyi’ne vardığında karşılıklı selamlaşıp ayrılırlar. O andan itibaren Necip Fazıl’ın zihninde hep fuhşun merkezi olan Beyoğlu’nda yalnız Cuma günleri vaaz veren Büyük Veli vardır. Kiminle konuşursa konuşsun hakikatte aklı hep Ağa Camii’ndedir.
Bir Cuma günüdür ve yanında arkadaşı ressam Abidin Dino vardır. Bulundukları apartman Ağa Camii’ne yalnız birkaç yüz metre mesafededir. Birden aklına içinde bulundukları günün Cuma olduğu gelir. Arkadaşına “Haydi davran gidiyoruz. Sana üstün haberciyi göstereceğim.” der. Üstat hayatının bu kısmını O ve Ben isimli eserinde ayrıntılarıyla anlatır.
Necip Fazıl bu tanışmadan sonra bambaşka bir adam olur. Her şey değişir, her şey yerli yerine oturur ama Çilesi yeni başlamıştır aslında. Çünkü yaşadığı dünya ile yeni inancı arasında büyük bir çatışma vardır. Ama o mücadele adamıdır, şiirlerinde, tiyatro oyunlarında ve diğer eserlerinde bu mücadelenin bayrağını en yükseklere taşımanın gayreti açıkça görülür.
Gâiblerden bir ses geldi: Bu adam,
Gezdirsin boşluğu ense kökünde!
Ve uçtu tepemden birdenbire dam;
Gök devrildi, künde üstüne künde...
Bu çile, aslında arının çiçeklerden derdiği bal misali, onun eserlerinde büyük bir davanın nasıl petek petek işleneceğinin tadını, rengini, ahengini vererek eşsiz bir külliyat oluşturur. Aşk ondadır, çile onda... Hayat hakikati arama ve bulma alanıdır. Sanat, Allah'ı aramaktır ona göre. Bir ömür bu yolda yürür ve yine böyle bir Mayıs günü aramızdan ayrılır.
Genç okuyuculara Necip Fazıl'ı tanımalarını , eserlerini okumalarını ve ardında bıraktığı işaret taşlarını takip etmelerini tavsiye etmek isterim. Ve onun "Vasiyet" şiiriyle yazımı sonlandırıyorum.
Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam;
Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam...