Doç. Dr. Murat Kayacan
Sünnetin kapsamı ve hadislerin Kur'an’a, sünnete arzı sorunu
Resulullah’ın (s) ifade ettiklerini, yaptıklarını ve onayladıklarını içeren hadis ve neredeyse aynı manaya gelen sünnet, Kur'an’dan sonra İslâm’da en önemli kaynak olarak addedilir. Bu yazıda Mehmet Görmez’in “Hadis İlminin Temel Meseleleri” adlı eseri bağlamında sünnetin muhtevası ve hadislerin Kur'an’a, sünnete arzı meselesi ele alınacaktır. Amaç, bu konudaki yaklaşımları ortaya koymak ve hadis/sünnetin zihinlerde netleşmesine yardımcı olmaktır.
Görmez’in belirttiğine göre Hz. Ömer’in (ö. 23/644) herhangi bir sünnet ifade etmeyen hadislerin yayılmasına karşı çıktığı söylenir.[1] el-Cessâs’ın[2] (ö. 370/980) sünnet tanımı da bu yaklaşıma uygundur: “Sünnet, Peygamber’in (s) tabi olunsun (örnek alınsın) diye söyleyip sürekli yaptıklarıdır.”[3] Bu tanıma göre Peygamber’in sürekli yapmadığı şeyler, sünnet kapsamında değildir. Yani Hz. Muhammed’in söylediği ve yaptığına dair her nakil, sahih bile olsa tekil bir durumu ifade ediyor olabilir. Sözgelimi “namaz kılmayan çocuğun dövülmesi gerektiğine” dair hadis belki de buna işaret eder.
Ehl-i Hadis ise yukarıda ifade edilenden farklı olarak sünnetin kapsamını çok geniş tutmuştur. Onlara göre sünnetin; Peygamber’den (s) söz, fiil ve takrir (beyan) olarak hatta ahlakî nitelikleri ve yaratılış özellikleri ile ilgili olarak nakil oyluyla ulaşan her şey olduğunu belirten Görmez, bi`setten[4] önceki fiil ve takrirlerin de buna dahil olduğunu, böylece Ehl-i Hadis’in sünnete malzeme olacak her türlü unsuru, sünnetin kendisi olarak kabul etme yönüne gittiğini ifade etmektedir.[5] Onların bakış açısı, şekilcilikle itham edilmelerine neden olmuştur. Sözgelimi, Resulullah (s), kendisine ikram edilen keleri[6] yememiş, -Ehl-i Hadis’in yaklaşımın aksine- yiyen sahabiler ise o sevmedi diye keler yemeyi bırakmamıştır. Yani Resulullah’ın (s) kimi uygulamaları vardır ki sahabe tarafından sünnet olarak değil, insanî bir tercih şeklinde görülmüştür.
Görmez, Yûsuf el-Karadavî’den nakille günümüzde sünnet sanılan epeyce fiilin aslında Arap adeti olduğuna dikkat çekmektedir. el-Karadavî’ye göre yerde oturup yemek, yemeği elle almak, cübbe ve sarık giymek vb. birçok fiil, adet türünden şeylerdir. Hatta çağdaş fakihlerden Muhammed Ebû Zehra’ya (1898-1974) göre sakal bırakmak da bu kabildendir.[7] Yani sünnet adına yapılan her aktarım, sahih olarak günümüze ulaşmış olsa bile dinî bir delil içermeyebilir.
Peygamber’in uygulamalarına dair nakillerde uygulamanın gerekçesi tespit edilebilirse o uygulamanın örf mü yoksa din mi olduğunu tespit kolaylaşabilir. Görmez, namazda ikinci ve dördüncü rekâtlara kalkarken doğrudan kalkmayıp biraz oturmayı (istirahat celsesi) ve yağmur duasında hırkayı (ridâ’) ters çevirmeyi buna somut birer örnek olarak vermektedir. İmam Şâfî’ye göre istirahat celsesi, namazın sünnetlerindendir; fakat İmam Ebû Hanîfe (ö. 150/767) ve İmam Mâlik’e (ö. 179/795) göre Peygamber yaşlanıp ağırlaşınca böyle hareket etmiştir. Dolayısıyla bunun sünnet ile bir ilişkisi yoktur. Aynı şekilde Peygamber yağmur duasında üstündeki hırkayı ters çevirmiştir. Bunu hırkasının düşmemesi için yaptığını kabul edenlere göre böyle bir davranış sünnet değildir; ancak cumhura göre gayesi bilinmediği için yağmur duasında ridaları ters çevirmek sünnettir.[8]
Peygamber’e (s) olan sevgi, makul düzeyde tutulmazsa onun her sözü ve uygulaması din olarak algılanıp, insanların mutlu olmaları için gönderilen din, “kolaylaştırmayı, sevdirmeyi öğütleyen Resulullah’a (s)” rağmen, katlanması zor bir nitelik kazanabilir. Bu bağlamda Ömer b. Abdülaziz (ö. 101/720) Medine’de Peygamber’in namaz kıldığı mekânları tespit ettirerek bu yerlere mescitler yaptırdığından ve sahabeden İbn Ömer’in (ö. 73/693) bu mekânlara düşkünlüğünden söz eden Görmez, buna en çok karşı çıkanın da Hz. Ömer[9] olduğunu belirtir. O, bir sefer esnasında herkesin belirli bir mekânda namaz kılmak için sıraya girdiğini görmüş, Peygamber’in o mekânda namaz kıldığı için buna rağbet ettiklerini öğrenince şöyle demiştir: “Her kim namaz kılmak istiyorsa kılsın, yoksa çekip gitsin. Ehl-i Kitap, peygamberlerinin kalıntılarını araştırarak oraları kilise ve manastıra çevirdikleri için helak oldu.”[10]
Bir hadisin isnadı ne kadar sahih olursa olsun metninde aranması gereken ilk özellik, Kur'an’a uygun olup olmadığıdır. Görmez, bu bağlamda İslâm âlimlerinin metin tenkidi ilkelerini gündeme getirir ve Ebû Hanîfe’nin Allah’ın resulünün Allah’ın kitabına muhalefet etmeyeceği, Allah’ın kitabına muhalefet edenin de Allah’ın resulü olamayacağı görüşünü aktarır. Hadisçilerin “hadislerin Kur'an’a arzı” başlığı altında inceledikleri metin tenkidinin bu ilkesi, sahabeden itibaren etkin şekilde uygulanmıştır. Hz. Âişe (ö. 58/678), “Ölü, kendisine ağlayanlardan dolayı azap görür.” “Veled-i zina üç şerlinin en kötüsüdür.” gibi haberlerin hadis sıfatıyla Peygamber’den rivayet edildiğini duyunca “Hasbukum el-Kur’an (Kur'an size yeter.)” diyerek “Allah, kimsenin çekemeyeceği yükü yüklemez.” (el-Bakara 2/233) ayetini okumuş sözü edilen hadislerin Kur'an’a aykırı olduğunu ifade etmiştir. Yine Hz. Âişe, Peygamber’in (s) Allah’ı gördüğüne ilişkin bir rivayeti duyunca “Lekad kâffe şa`rî (Tüylerim ürperdi.)” diyerek “Gözler onu idrak edemez.” (el-En` am 6/103) ayetini okumuş ve arkasından “Kim Muhammed Rabibini gördü derse Allah’a yalan isnat etmiş olur.” demiştir. Hz. Ömer, Fâtıma bint Kays (ö. 50/670) adlı hanım sahabiden Resulullah’ın (s) boşandıktan sonra kendisine sükna ve nafaka vermediğine dair bir hadis duyunca, “Bu konuda unutması ve hata etmesi muhtemel olan bir insanın/kadının rivayetiyle Rabbimizin kitabını terk edemeyiz.” diyerek buna karşı, “Boşanan kadınları evlerinden çıkarmayınız.” (et-Talâk 65/2) mealindeki ayet okumuştur. Hz. Ali (ö. 40/661), kadınları mehir hakkından mahrum bırakan bir haber işitince, “Altına bevleden bir Arabi’nin/çöl arabının sözü ile Allah’ın kitabını terk edecek değiliz.” demiştir.[11]
Dinin asıllarını ikinci plana alma yanlışına dikkat çeken Görmez, Hanefî fakih ve usulcü es-Sarahsî’nin (ö. 409/1096) şu sözlerini aktarır: “Her türlü bidat ve kötülük, ahad haberleri Kur'an ve meşhur sünnete arz etmeyi terk etmekten ortaya çıkmıştır. Bazıları Hz. Peygamber’e (s) ulaşıp ulaşmadıkları şüpheli olan ve kesin bilgi (ilme’l-yakîn) ifade etmeyen bu tür haberleri asıl kabul ettiler. Sonra da Kur'an’ı ve meşhur sünneti bu asıllara göre yorumladılar. Böylece tabi olması gerekeni metbû, kesinlik arz etmeyen bir şeyi de esas kabul ederek heva ve bidate saptılar.[12] Anlaşıldığı kadarıyla es-Serahsî, Kur'an ve sünneti mihenk taşı olarak görmekte ve bu ikisine uygun olmayan ahad haberlerin Resulullah (s) tarafından söylenmiş olmayacağını düşünmektedir. İbnu’l-Cevzi’ye (597/1200) göre de akla ve İslâm’ın temel esaslarına aykırı görülen her hadis uydurmadır. Aynı şekilde onun, “Eğer bir hadisi akla, sahih hadislere yahut İslâm’ın esaslarına aykırı bulursan onun uydurma olduğunu bilmelisin, diyen kimsenin sözü ne kadar isabetlidir.” dediği kaydedilir.[13]
Sahabe arasında hadis konusunda başlayan tatışmalar, Peygamber’den geldiği söylenen bir hadisi, aynı konudaki diğer hadislere ve herkes tarafından bilinen (maruf) meşhur sünnete arz etme[14] ilkesinin de başlangıcı olmuştur. Böylece çelişkili gibi görülen birçok söz ve uygulamaya açıklık getirilmiştir. Hanefî ve Mâlikî mekteplerine mensup fakihler, bu prensibe oldukça önem vermiş ve bu ilke sebebiyle sahih isnadla gelen nice hadisle amel etmeyi terk etmişlerdir. Ebû Yûsuf’a (113-182/731-798) göre bir hadisle amel edilebilmesi için sünnete uygun olması şarttır. Kitaba ve sünnete uymayan bir hadis, bir rivayet olmaktan öteye geçemez.[15]
Hadisin akl-ı selime/sağduyuya uygun olup olmadığının araştırılması da sahihlik tespitinde fonkisyoneldir; çünkü Kur'an insana gelmiş ve onun aklına hitap etmiştir. İslâm Peygamberi akl-ı selimin kabul etmeyeceği bir şeyi söylemez; ancak aklın maddi olarak bir şeyi kuşatamaması ile bir şeyin aklın temel öncüllerine ters düşmesi ayrı şeylerdir.[16]
Görmez, akıl-nakil tartışmalarında taraf olmak yerine dengeli bir yol tutturmaya çalışır. Ebû Hâmid el-Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) şu yaklaşımının, Görmez’in eğilimini somutlaştırdığı söylenebilir: Akıl ile nakil arasında çelişki görülen her yerde, sadece aklı esas alarak nakli reddemek ne derece ifrat ve yanlışlık ise nakli esas alıp aklı yok saymak da o derece aşırılık ve tefrit olur.[17] Yani akıl-nakil tartışmasında kesin bir tutum belirlenemez. Dinin asılları merkezde olmalı ve onları anlama çabalarında akletmenin merkezi rolü göz ardı edilmemelidir.
Görüldüğü gibi her hadis sünnet olmayabilir; çünkü bazı âlimler hadisin sünnete dönüşmesi için tekrarlanma şartını gerekli görmüştür. Buna karşın Ehl-i Hadis sünnete geniş bir çerçeve çizmiş, Resulullah’tan (s) gelen her haberi sünnet telakki etmiştir. Hâlbuki Peygamber’in (s) bazı uygulamaları dinden değil, Arap kültüründen ya da kişisel tercihlerinden kaynaklanmaktadır. Bu ayrımı yapabilmek, Resulullah’ın (s) uygulamalarının gerekçesi tespit edildiğinde mümkün olabilir. Ölçülü olmaktan uzaklaşan Peygamber (s) sevgisi, bu ayrımı flu hale getirebilir. Sahih kabul edilmiş olsa da Resulullah’tan (s) gelen haberlerin; Kur'an’a, daha kuvvetli hadislere ve akl-ı selime uygunluğu test edilmelidir.
[1] Mehmet Görmez, Hadis İlminin Temel Meseleleri (Ankara: Otto Yayınları, 2014), 23.
[2] Hanefî fakihi ve müfessir Ebû Bekr Ahmed b. Alî er-Râzî (ö. 370/981), kireç sattığı için Cessâs
lakabıyla anılır.
[3] Görmez, Hadis İlminin Temel Meseleleri, 20.
[4] Hz. Muhamed’in (s) peygambelikle görevlendirilmesi.
[5] Görmez, Hadis İlminin Temel Meseleleri, 21.
[6] Kertenkele, bukalemun gibi yerde sürünerek ilerleyen, beşer parmak ve dörder ayaklı, çok uzun kuyruklu sürüngenlerin ortak adı.
[7] Görmez, Hadis İlminin Temel Meseleleri, 36.
[8] Görmez, Hadis İlminin Temel Meseleleri, 37.
[9] Hz. Ömer, bunlara karşı çıkarken Peygamber (s) hacerü’l-esved’i öptü diye o da öpmüştür; ancak bu, belki şöyle izah edilebilir: Hacerü’l-esved, farz olan hac ibadetinin tavaf kısmıyla ilişkili bir şeyken Hz. Ömer’in oğlunun uygulamalarından Resulullah’ın (s) yaptıklarını taklit kapsamında görülenleri ise böyle değildir. İbn Ömer’in yaptıkları, Peygamber’e (s) muhabbet göstergesi olarak da açıklanmaktadır. En doğrusunu Allah bilir.
[10] Görmez, Hadis İlminin Temel Meseleleri, 38.
[11] Görmez, Hadis İlminin Temel Meseleleri, 79-80.
[12] Görmez, Hadis İlminin Temel Meseleleri, 80.
[13] Görmez, Hadis İlminin Temel Meseleleri, 84.
[14] Görmez, Hadis İlminin Temel Meseleleri, 80.
[15] Görmez, Hadis İlminin Temel Meseleleri, 81.
[16] Görmez, Hadis İlminin Temel Meseleleri, 82.
[17] Görmez, Hadis İlminin Temel Meseleleri, 82.