Üç Konyalı'nın İstanbul maceraları
Eşref Kolçak’ın önüne geçip selam verirler. Ve hemen başlarlar “Abi biz seni çok seviyoruz, biz senin hayranınız” filan falan derler... İsmail Detseli'den...
İsmail DETSELİ
Bin dokuz yüz elli sekizin son ayları… Köyde tarla ve dağ işleri bitiğinden üç kafadar bir akşam aralarında konuşup anlaşmışlar ve ailelerinin “gitmeyin” ısrarlarına rağmen önce 40 km’lik yolu yayan yürüyerek Konya’ya daha sonra da buldukları bir otobüs parası ile biletlerini almışlar, ver elini İstanbul. Hani derler ya Anadolu’nun her yerinde “Hey be koca İstanbul taşı torağı altın, ne ala memleket” diye, bunlar da o söze kanmışlar ve büyük şehre varmışlar.
Bir kaç gün sağa sola bocaladıktan sonra anlamışlar büyük şehrin zorluğunu, gurbetin ne kadar acımasız olduğunu… Ama geri dönüşü olmayan bir maceraya atılmışlar artık… Neyse ki köylülerinin İstanbul’da çok oluşu bunlara yine de bir destek olmuş ama el elin üstünde ne kadar durabilir; çalışıp kazanmak kendi ayağının üzerinde durabilmek lazım. Gün gelmiş, Mevlit bir lokantada çalışmaya başlamış…
Ramazan ise bir gömlekçide satış elemanı olmuş, işi öğreninceye kadar üç beş kuruşla idare edilecek, sonunda haftalıkları artırılacakmış. Ali ise bir plastikçinin yanında tarak ve okul gereçleri yapımında iş bulmuş. Hepsinin de karınlarını doyurup ev kiralarına yetecek ve hafta sonlarında gezecek paraları olmuş… Arada bir de sinemaya filan gidiyorlarmış… Küçük Pazar civarında bir ahşap ev bulmuşlar, kiraya… Bir tarafında bir ihtiyar amca ile hanımı kalıyorlar… Tuvalet bir, banyoyu ise çarşıdan aldıkları bir leğende yapıp günlerini gün ediyorlar… İhtiyarları da pek fazla üzmüyorlar, rahatsız da etmiyorlar… Çünkü İstanbul’da tanıdık birleri olmaz ise Anadolu çocukları kolay ev bulamazlarmış.
Günler böyle devam edip giderken köydeki babaları, anaları, kardaşları da bu çalışmaya gidenlerden birkaç kuruş harçlık bekliyorlar ama bunlar da köylü deyimi ile “nato mermer nato para nerdeee” kendi ifadelerine göre “gün alıp gün harcıyorlar”.
Bir gün enteresan bir rastlantı oluyor; her akşam veya hafta sonları gittikleri sinemada seyrettikleri artistlerden biri bunların bekâr evinin yakınından geçiyor… Çok saygın efendi kibar bir adam oysa filmlerden görüp benzettikleri adam filmde çok dövüşken; vurduğu vurduk kırdığı kırdık, çok zalim birisi… “Olmaz yahu o değildir filan” derler… Birkaç gün böyle geçer sonra oradaki komşulardan birine sormaya karar verirler… Derler ki “Yahu Yusuf ağa şu adamı biz Eşref Kolçak’a benzetiyoruz ama bir de olmaz diyoruz. Eşref Kolçak narasın buralarda değil mi” deyince… Göçmen Yusuf Ağa “Ta kendisidir breh işte odur odur” der. Allaaah… Bunlar şok olurlar ve Pazar günü sabahın erken saatinde evlerinden biraz uzaklaşınca Eşref Kolçak’ın önüne geçip selam verirler. Ve hemen başlarlar “Abi biz seni çok seviyoruz, biz senin hayranınız” filan falan derken…
Der ki “çocuklar sadede gelelim ne demek istersiniz?” Bizim kafadarlar “Abi sen Eşref Kolçak ağabeyimiz değil misin?” “Evet, ne oldu”, “Abi biz seni gökte ararken yerde bulduk bizler artist olmak istiyoruz. Bize yardımcı ol ne olur” derler. Adam der ki “Çocuklar sizler nerelisiniz?”, “Konyalıyız” demek işlerine gelmez “Abi İzmirliyiz” derler. Çünkü Ali’nin babası İzmir’de belediyede çalışmaktadır… Oradan İzmir aşinalığı vardır. Tabi üzerlerinde artık kolalı gömlek, kravat vardır… Çünkü akşamdan Eşref Kolçak’ı görecekleri için iyi elbiselerini giyinmişlerdir. Der ki “Bana bakın çocuklar, bu artistlik işi öyle perdede gördüğünüz gibi cazip ve paralı bir iş değil. Orda öyle insanlar var ki akşama kadar sette bir rol verecekler de oynayacağım diye bir simit yiyerek akşama kadar aç beklerler. Siz sanırım talebesiniz gidin okuyun büyük adam olun daha sonra bu işleri düşünün” der.
Savmak ister ama bunlar da öyle çabuk pes edecek göz var mı, her gün ayrı bir yerde adamın karşısına çıkıp isteklerini tekrarlıyorlar. Bunlardan kurtulamayacağını anlayan Eşref abi “Tamam çocuklar sizin için izin çıktı yarın sabah erkenden hatta saat beşte Galata Köprüsü’nün altına gelin orada film çevireceğiz. Sizin için roller hazır” der. Sevinçlerinden uçacak gibi olan bizim maceracılar hemen sorarlar “Abi filmin ismi ne?” “Köprü altı canavarları” der. Ve sevinerek evlerinin yolunu tutarlar. Akşamdan kendilerini erken kaldırması için ev sahibi Halime yengeye de rica ederler. Halime yenge “Oğlum o sizinle dalga geçmiştir inanamayın” dedi ise de kadına inanmazlar… Sabaha kadar zaten uyku uyumazlar ve erkenden yolunu iyi bildikleri Galata Köprüsü’nün altına gelirler…
Ama hangi altı Eminönü tarafı mı, Karaköy tarafı mı, Boğaz tarafı mı, Haliç tarafı mı? Her biri bir köşeye durur beklerler… Ama az bekleme değil tamı tamına üç dört gün beklerler, bu arada işlerine de gitmezler ve Eşref ağabeylerinin dediği olur… Açlıktan nefesleri kokar ama film de filanda rol alamazlar. Nihayet işin ciddiyetini anlarlar… Eşref ağabeyleri de bir daha o sokaktan geçmez adam bunlardan yıldığı için evini değiştirmiştir. Bakarlar ki bu işlerin sonu yok yine işlerine dönecekler ama patronları almaz… Para biter yiyecek ekmekleri yok, harçlıkları yok, ev kirası 2-3 ay ödenmemiş…
İhtiyarlar “parayı verin evi boşaltın” derler. Ne yapalım ne yapalım derken bir gece akıllarına yine bir şeytanlık gelir. Ali’ye derler ki, “Senin baban İzmir’de para kazanıyor, senin hasta olduğunu bir ELT telgraf ile bildirelim, senin kaza geçirdiğini kolunun kırık olduğu yazalım. Gelsin sen ondan borçlarım var diye 150-200 lira al, trene binip de giderken atla gel”. “Bu fikir oldu” derler ve İzmir’e bir tel çekip planı uygulamaya koyarlar. Adam yazık evlat acısı haberi duyunca apar topar izin alır, okuma yazması da yoktur, cahildir. O daha gelmeden bizim uyanıklar arkadaşları Ali’nin kolunu sarıp sarmalayıp, kırık diye bir bez ile boynuna takarlar adam verilen adrese bir gelir ki oğlu yataklarda yatıyor…
Vay huy der biraz ağıt döker filan… “Kalk bileti aldım trenden, gidelim” der. Ali “iyi baba da ben iki aydır yatarım bunlara bir sürü borç ettim. Hastane parası, yemek parası, ev kirası” deyince “alacağı olanlar söylesin” der. Bunlar zaten kurulmuş saat, adamın oracıkta 200 liradan fazla parasını alıverirler ve Ali ile babasını Haydarpaşa’dan yolcu ederler… Daha tren İstanbul’u çıkmadan bizim kolunda bir şeyi olmayan uyanık Ali trenden atladığı gibi babası yalnızca İzmir’e vurur gider. Bunlar bu para ile biraz daha günlerini gün ederler, bakarlar ki olmayacak yine patronlarına gidip yalvarırlar. İşlerine geri dönerler ama Ramazan’ın gömlekçi patronu bir daha işe almaz Ramazan’ı… Ramazan bir arkadaşı vasıtası ile İzmir vapurunda kamarot olarak işe başlar… İzmir’e daima yolcu taşıyan gemide işi iyidir. Hafta veya aylık tatillerinde arkadaşları Mevlit ve Ali ile görüşür.
Mevlit karakola düşüyor
Küçük Pazar’da bir ufak lokantada çalışan Mevlit bu iş yerine sonradan giren bir çırak ile bir türlü uyum sağlayamaz… Her gün ağız dalaşı eder ama artık bir gün bardak taşar ve lokantanın üst katında bıçaklarla savaşa başlarlar… Mevlit çok güçlüdür ama öbüründe bıçak var bunda ise sandalye var… Bir punduna getirip sandalyeyi vurunca yere yıktığı çırağı öldüresiye dövüp komalık eder. Ve o anda olay yerine yakın olan karakoldan gelen polisler Mevlit’i alıp gider ve nezarete koyarlar.
Karakolun nezareti hem ahır hem de insanlar için çok yüksek duvarlarla çevrili üstü çatılı bir geniş mahal. Burayı kimin koruduğu da bilinmez, kimse görünürde yok…
Bizim Mevlit çatı ağaçlarına tutunup kenara yaklaşır, yükseklik önemli değildir o kafaya koymuş, bu yüksek duvardan atlayıp kaçacak… Tam o sırada suratına bir yenmiş üzüm salkımı posası şarp diye vurur. Bakar ki bir jandarma eri elinde silahı “in ulan aşağı” der. Mevlit çaresiz yine kodese iner, bekler akşama kadar… Akşama doğru hasmı hastaneden gelir bunu da dışarı alırlar… Komiser bey ifade alacak… “Kimsin nerelisin derdiniz nedir” diye soran komiser Mevlit’e sıra gelince “Ben Konyalıyım komiserim” der “bununla iş ve para konusundan değil patronumuzun idaresizliğinden kavga ettik o da bana bıçakla saldırdı, eğer atik davranıp sandalyeyi vurmasaydım şimdi ölmüş olacaktım” der. Komiser “Konya’nın neresindensin?”, “Falan köyündenim”…
Öbürüne “sen Bursa’nın nesrindensin?”, “Filan yerindenim”. İfadeleri aldıktan sonra ikisine de birer yumruk atan komiser “hadi böyle taşradan gelip de burada kavga etmeyin. İstanbul’un parası da işi de hepinize yeter. Bir daha sizleri karakol yakınında bile görmeyeceğim” der ve kovar karakoldan… Ne olduğunu anlayamayan Mevlit hem ardına bakıp hem de kaçarken bakar ki komiser bey ardından geliyor, korkudan dili tutulur ve babacan komiser yanına gelir… “Sen kimin oğlusun delikanlı?” der. “Filanın oğluyum komserim sen nereden biliyorsun?” “Ben de o köylüyüm babana selam söyle bir daha böyle b..k işlere katılma, en az 3 ay hapisliğin vardı rapora göre, her yerde benim gibi bir komiser amca bulamazsın haaa” der ve gider.
Mevlit yine olay çıkarır
Artık herkes başının çaresine bakacaktır… Kafadarlar birbirinden kopar… Ali İzmir’e baba ocağına döner, Ramazan gemide çalışmaktadır, İzmir’e gider gelir… Mevlit bu kere kazlı çeşmede bir lokantada çalışmaya başlar. Lokanta sahibi Bulgar göçmeni efendi bir adamdır… Bir de yine Bulgarya’da boksörlük yapmış ama artık bırakmış eski bir boksör ortağı vardır. Lokantada bir hayli çalışan Mevlit bir teklif alır patronundan… Mevlit’i çok seven patronu gözleri ama olan ama dünya güzeli kızını Mevlit’e verip lokantayı da üstüne yapmak ister… “Eğer kabul edersen” diye de önünü serbest bırakır… Mevlit bu teklife “hayır” der ama patronu “kimseye bunu söyleme aramızda sır kalsın” der ve olay unutulur.
Mevlit ustayı bıçaklıyor
Zaman içersinde lokantaya bir ahçı yemek ustası alınır, usta işinin ehli olmasına karşın biraz çapkın ve de terbiyesizdir. Her gün aşağı yukarı annesi ile lokantaya gelen patronun kızı için ileri geri konuşmaya başlar. Bunları duyan Anadolu çocuğu Mevlit, ustaya derki “abi bana o kızı patronum verecekti ben almadım ama senin bu konuşmaların beni rahatsız ediyor, bir daha böyle şeyleri söyleme” der. Bu lafı usta yemez içmez patrona ulaştırır ve “bu berduş adama ne kızı verecektin patron bundan ne köy olur ne kasaba” deyince patron hüzünlenir ve Mevlit’e sitem eder. “Yahu ben sana baba gibi bir teklif yaptım olmadı bunu ustaya filan ifşa etmene gerek yoktu” der. Bu lafa çok sinirlenen Mevlit bir kuşluk vakti ustanın kulağına der ki “Ulan yavşak adam seni bu gün öldüreceğim”. Bu lafa çok gülen usta her yanına yaklaşımında Mevlit’e bakıp “haahhaa berduş beni öldürecek” diye alaylı konuşmaya başlar… Lokantanın bir tenha anında ekmek kesmekte olan Mevlit’e bu usta yine aynı lafı tekrarlayınca elindeki bıçağı Mevlit şiddetle ustanın karnına saplar çeker…
İkinciyi saplamaya çalışınca usta elini karnına kapatır bu sefer bıçak eline ve karnına batar. Çeker bıçağı çıkaramaz onu bırakır başka bir bıçak alır ve oradan kaçmaya çalışır. Kasada oturmkta olan boksör arkadan Mevlit’in ellerini kilitler ve salmaz… Mevlit sağa sola çırpınınca güçlü de olunca onu da yaralayıp Kazlıçeşme Sokak aralarında kaybolur… Ama üzerindeki kanlı beyaz ceketi fark eder, hemen onu çıkarıp bir kenara atar ve zaten oralar deri imalatçıları tabakhaneler ile dolu olunca bunun kanlı elbisesi çok dikkat çekmez… Oradan kaçıp Cağaloğlu’ndaki bir sinema girişinde evvelden tanıdığı bir kundura tamircisi olan Osman’a sığınır, vahim durumunu belki de katil olduğunu izah eder.
Osman bir ara Kazlıçeşme’deki lokantaya yemek yeme maksadı ile gider ve durumu inceler… Lokantanın patronundan Mevlit’i sorar gizlice, bunu kenara çeken lokanta sahibi aman onu görürsen buralara gelmesin, ahçı yoğun bakımdan yeni çıktı. İyi ki ölmedi bir hafta da benim ortak yattı hastanede ben ise lokantamı bir hafta kapatmalarına, çeşitli eziyetlere maruz kalmama rağmen kimliğini söylemedim. Konyalı Mevlit başka bilgim yok dedim buraları terk etsin” der. Ve gelir kunduracı Osman durumu Mevlit’e anlatır.
Bunu o sinemanın gizli kendine ait olan yerinde Osman arkadaşı 2 ay gibi bir süre kimseye duyurmadan besler. Bir gün Ramazan, Osman’ın yanına gelir ve Mevlit’i hiç göremez olduğunu söyleyip üzüntüsünü belirtince Osman durumu Ramazan’a aktarır ve Mevlit’in yanına götürür. Mevlit bir yolunu bulup ağabeyinin çalıştığı İzmir’e kendisini kaçırmasını Ramazan’dan rica eder. Çok samimi duygularla arkadaş oldukları için bu ricadan ziyade bir emir telakkisidir.
Bir gün gemide işleri ayarlayan Ramazan, Mevlit’i bir ikindi vakti alıp gemiye götürür, ziyaretçi olarak arkadaşı olarak bindirir ve kendi kamarasına kapattığı Mevlit’i iki günlük yolculuktan sonra İzmir’e kaçırır… Ondan sonra bu ikili Almanya’ya çalışmaya gittiler… Ali ise baba mesleği olan çeşmeciliği seçti ve bir resmi kurumda çalışırken ömrü vefa etmedi, genç yaşta vefat etti.
Mevlit ve Ramazan Almanya’dan döndüler, Ramazan da yakın zaman önce hakkın rahmetine kavuştu… İçlerinde yaşayan bir Mevlit var… Bu maceralarını yazdığımı belki okursa hatırlar. Bu Konyalıların macerasını yazan ben de bazıları ile çok gurbet hayatı yaşadım hatta Mevlit’ten çokta dayak yedim ama iyiliğim içindi yediğim dayaklar; helal olsun sağ olsun. Saygılarımla…