Hasan Ukdem
Yazın götürdükleri
İçten içe üzüyor beni yazın sona doğru yürüyüşü. Dallarda son meyveler, bağlarda üzümlerin iyice olgunlaşması, kuşların gidecek olduğunu düşünmek, karpuzun kavunun misafir gibi duruşu tezgahlarda, üzerimdeki kısa kollu gömlek...
Her bidayetin bir nihayeti var derler. Baharın avuçlarında çiçeklerle gelişi daha demincek gibi dururken, işte yaz da gitmeye hazırlanıyor. Oysa en sevdiğim mevsim sonbahar benim, ama yine de gelecek olanın sevincini bastırıyor, gidecek olanın hüznü. Buzulların erimesi gibi, ömrün de tükenmekte olduğunu bilmek, belki de bu hüzünlerin başlıca sebebi. Mazide kalan sevgili gibi, el sallarken gençliğim, nasıl dertlenmem, nasıl hüzünlenmem? Delice dolaşan kan, coşkun ırmaklar gibi akıveren gönül, bir çift siyah gözün ahenginde atan kalp ve yazın teninden daha sıcak arzular... Hepsi geçmekte, hepsi bir bir dün olmaktalar.
Yaz... Ağaçları örten yaprak, dağları giydiren yeşil, sahillerin cazibesi, kuşların cıvıltısı... Yaz... Harmanın bereketi, meyvelerin tadı, sofraların zenginliği, ayranın serinliği... Yaz... Asma altlarında edilen sohbet, ay ışığında yürüyüş, balkonlarda uyunan uyku... Yaz... Alın terinin karşılığı, tahılın nakit hali, ev halkının bayramı... Yaz... Oğlanın evlenmesi, kızın gelin olması, Yeni açılan kapı... Yaz... kısaca piknik, uzunca tatil ve kapıların, pencerelerin özgürlüğü...
Bir adım sonrası rüzgar, bir adım sonrası soğuk sokaklar, bir adım sonrası gazel. Elbette her mevsimin bir güzelliği vardır ama yaz kadar hiçbir mevsim cömert değildir. Bağı bahçeyi rengarenk eder türlü çiçeklerle, çeşitli meyvelerle. Sahilleri bir nimet haline dönüştürür, ırmakları damarlarda akan kan gibi can verir hale getirir toprağa. Çay bahçeleri, kır kahveleri bir masal mekanı gibi karşılar insanları. Bir semaver çayla demlenir muhabbet, çekirge sesleri vokal yapar bu sohbetlere, ılık bir rüzgarla dökülür gider gam kasavet.
Veda eden bir sevgili şimdi yaz, gidiyor kendi rotasında. Ağustos'un terminelinden kalkmak üzere otobüsü. Alıp gidiyor getirdiği ne varsa, bagajında kendi renkleri, heybesinde sıcak günler ve gönlünde görevini yapmış olmanın huzuru... Ya biz insanlar, biz de bu kadar dolu muyuz ? Bu kadar huzurlu muyuz ? Nasıl çıktık bu yazdan ? O büyük yolculuğun azığını hazırlayabildik mi? Bagajımıza tertemiz duyguları, heybemize o huzurdan doldurabildik mi ? Belki de biten yazın hüznü değil şu içimdeki yangın, belki de bu yakıcı soruların cevabı gamlandırıyor beni.
Dünyada akan kanı durduramamak, mazlumlara kol kanat gerememek, aça ekmek götürememek, susuza su sunamamak... Ne zor insan olmak bu çağda. Ne zor insanlığını içinde hissetmek bu günlerde. Evet yaz bitiyor ama yazın bizim ihtiyaçlarımızı getirdiği gibi, ihtiyacı olanlara biz ne verebildik bu yaz ? O kendi payına düşen huzuru alıp gidiyor ve bize bıraktıkları arasında maalesef o huzur, o iç rahatlığı, o sevinç yok. Herkes mi böyle, yoksa ben mi duyuyorum bu kocaman hüznü içimde?
Mevsimler geçiyor, yıllar geçiyor, ömür geçiyor. Zaman acımasızca geçiyor, ama bu dünyadan daha acımasızca geçense insanoğlu. Kendi bir kuruşluk menfaati için, dünyanın paha biçilmez hazinelerini yok ediyor. Kendi kurduğu krallığa, hiçbir kural tanımadan, bir şeyler katma peşinde yakıp yıkıyor. Oysa ömür dediğin nedir ki ? O da geçici, o da bitici değil mi ? Nice şahlar, sultanlar geçip gitmedi mi şu yoldan ? Nice imparatorluklar yıkılmadı ? Nice zenginler silinmedi mi yeryüzünden ? Öyleyse niye bu ihtiras ? Öyleyse niye bu zulümler ?
Evet yaz bitiyor ama sorular da, sorunlar da bitmiyor. Dök öyleyse ey eylül, dök yapraklarımı...