Yıl 1968: Bir hırsızlık hikâyesi
Bundan kırk yıl önce idi; 1968’in ilk aylarıydı. Askerden yeni teskere alıp gelmişim; iş yok, ekmek yok, avrat yok, akıl yok, ev bucak yok... İsmail Detseli'den..
İsmail DETSELİ
Bundan kırk yıl önce idi; 1968’in ilk aylarıydı. Askerden yeni teskere alıp gelmişim; iş yok, ekmek yok, avrat yok, akıl yok, ev bucak yok, hısım akraba yok, hülasa destek yok.
Çaresizleri oynuyorum, bir gün Kestelli Caddesi’nden şöyle eski çalıştığım iş yerlerini ve işverenleri görmek, onlardan yardım istemek için Başdurak camisinin yanına gittim, vakit öğle olmuştu. Bir baktım köylümüz olan merhum Hatıp Ahmedi var. Elinde bir sebze arabası, içine elma doldurmuş, onu olanca gücü ile itekliyor ve durup arada bir de terleyen alnını mendili ile siliyordu. Yanına yaklaşıp selam verdim… Köyden kapı komşumuzun oğlu olmasından dolayı bir samimiyet var. “Ahmet abi nasılsın kolay gelsin” dedim.
Şöyle dönüp bana baktı, uzun zamandır görüşmediğimiz için biraz tereddüt etti ve sonunda “Ooooo, Aleyküm selam İsmail. Sağ ol hoş geldin nerelerden böyle, hangi rüzgar attı seni” dedi.
Onunla kısa bir sohbete daldık, “Abi yeni askerden geldim, iş yok, köyüme de gitmedim. Gitsem ne yapayım, biliyorsun oralarda da iş yok. Tarla tapan yok, bir iş arıyorum şurada eski patronum Şefik amca var, ona bir soracağım ‘bana göre iş var mı’ diye” dedim. “Lokantacı Şefik mi?” diye sordu. Evet dedim. “O sana ömürler hay İsmail, adam geçen yıl öldü” dedi.
“Oğlu burada mı, Şerif” dedim. “Burada ama bu işleri artık yapmıyor. Bazı gelip buralarda görünüp gidiyor” dedi. “Abi sen nasılsın, işlerin iyi mi?” dedim. “Eh ekmek paramızı alıyoruz; elma portakal satıyoruz, burada bekliyoruz, belirli müşterilerimiz var işte” dedi.
“Ben de yapabilir miyim bu işi?” dedim. “Tabi yaparsın amma önce sana bir sebze arabası almak lazım, sonra da halden mal alırız yaparsın” dedi. Sağ olsun bana yol gösterdi. “Yarın da gel ben bir araştırayım satılık araba olursa sana alalım” dedi. “Abi benim param yok araba kaç liradır?” dedim. 400 lira olduğunu söyleyip “Korkma kolay, yaparız bir şey. Biraz önden veririz, biraz da borç ederiz ben kefil olurum” dedi. “Sağ ol” deyip ayrıldım. Acaba başka bir iş olur mu diye bir iki gün erteledim ama nerdeeee… İş yok, yine dolandım vardım Ahmet ağabeyin yanına. Hemen beni görünce “Nerdesin İsmail sana bir araba buldum, bizim köylü filanda var, satacak.
O bu işi bırakacak, köye gidecek. Parayı da kazanıp ödeyeceksin, senin araba aradığını söyleyince severek kabul etti, ne de olsa köylümüz” dedi. Gittik adamı gördük, parayı vermeden arabayı aldık. O gün Ahmet abi merhumla akşama kadar orada durdum, ortamı biraz kolaçan ettim. Akşam da Ahmet ağabeyin deposuna onun ve benim arabayı da koyup eve gittik, daha doğrusu o evine ben ise Gönhanı diye bilinen köylülerimizin devamlı kaldığı hana gittim. Sabah erkenden yine onunla buluştuk, doğru sebze meyve haline gittik.
Ahmet abi o gün kendine portakal aldı, çeşit karışık olsun diye bana da elma aldı, 150 kilo kadar… Ve çıktık yola, arabayı iteleye iteleye Başdurak Camii’nin altına geldik. Ben de bittim, alışık değilim, bu işlerde acemiyim ama ne çare… “Çalışmadan ekmek yok” dedik…
Onlar “elma şu kadar sulu dolu” filan diyorlar ben ise utancımdan hiç ses çıkaramıyorum. Ama bana da çok müşteri geliyor, ben erkenden elmayı bitirdim. Ahmet abiye de yardım ettim, akşam eve geldim parayı saydım halden veresiye aldığımız elmanın parasını aldıktan sonra 15 liradan fazla da bana para kalmış. O sevinçle yine devam ettim, baya işlerim iyileşti arabanın borcunu bitirdim. Ama ortalıkta bir araba hırsızlığı vakası var, herkes bunu konuşuyor ve herkes “benim de arabam çalınacak” diye korku içinde. Çünkü günde en az iki sebze arabası halin önünden sırra kadem basıyor, yok oluyor, çalınıyor. Bir sabah erkenden vardık, artık bir iki aylık bu işi yapar olunca yeni arkadaşlar edindim, onlarla beraber gidiyoruz hale…
Malı birlikte alıyoruz, yolu birlikte gidip geliyoruz, halin önüne arabaları koyduk mu çalınmasını önlemek için büyük bir zincirle iki tekerleğini birbirine kilitliyoruz. Kilitli arabalar zor çalınıyor ama kilitli olmayanlar daha çabuk kayboluyor. Halin içersinde bir kaçımız alacak mala bakarken bir ikimiz de zaten birbirine yakın koyduğumuz arabaları kontrol ediyoruz. Hasan diye Beyşehirli bir arkadaşım var; “İsmail senin arabayı çalmak için uğraşıyorlar aman çıkıp bir şey söylemede şu hırsızı belki ortaya çıkarırız ne olursun” dedi. Hemen halden dışarı çıkıp geriden bir baktım, bir hamal benim arabayı aralardan çıkarmak için uğraşıyor. Biraz uğraştı, çıkaramadı bıraktı. Bir başka arkadaşımız hamalın yanına vardı, “niçin uğraşıyorsun o araba ile senin mi” dedi. Zaten Türkçeyi çok iyi konuşamayan Siirtli hamal “Arkadaş yok, bir adam mal almış gitmiş ben arabasını Havra sokağına götüreceğim, o bana on lire verecek” dedi.
Anladık ki hırsız onu arabayı çalması için kirayla tutmuş ama bu garibanın bundan haberi yok.
Arkadaşlardan biri daha vardı, hamala dedi ki “Niçin arabayı götürmüyorsun abim seni bekliyor çabuk ol” dedi. O da hemen arabayı kalabalık arabaların arasından çıkardı, süratle yola düştü, onu teslim edip parasını alacak yeniden bir işe daha gidecek, onun çabası o.
Biz de birkaç arkadaş hamalın haberi olmadan peşine düştük ve birimiz önden gitti… Mezarlıkbaşı Polis Karakolu’ndan bir polis alıp onunla hamalı takibe başladık.
Hamal Havra Sokağı denen İzmir’in tanınmış bir yeri olan sokağın karşısına gelip Saray Sineması’nın önüne durdu. Öyle o yıllarda kalabalık araba filan olmayınca kimsenin bir şey dediği yok. “Arabayı getir” diyen adam bir ara göründü sokağın başında ama hiç yanaşmadı arabanın ve hamalın yanına… Geri gitti on-onbeş dakika sonra yine göründü. Hamal da onu gördü ve koşarak “Arabayı getirmişem alsana beh” dedi. Adam sanırım şüphelendi ortamdan “Kime diyorsun hemşerim ne arabası senin yanlışın var “dedi. Ve hemen bir poğaçacı dükkanına girdi, hamal da ardından girdi. Artık sabrı taşan tecrübeli kır saçlı meslekte uzman olan polis de girdi.
“Dışarı gelsene biraz beyefendi, poğaçayı sonra alırsın” dedi. “Ne var memur bey ne istiyorsun ben burada tanınmış bir esnafım” deyip itiraz edecek oldu. “Tanıdığın bir esnaf göster bırakayım terbiyesiz herif” deyip koluna kelepçeyi takıverdi. Ve hamala “Bu mu sana arabayı Havra Sokağı’na getir diyen?” deyince… Hamal “Evet vallah bu demiş ben getirmişem, daha da paramı hakkımı vermemiş” dedi. Orada bir esnaf tabiî ki gösteremedi hırsız, hatta hırsız soysuz olarak tanıyanlar bile çıktı. Hepimiz beraber Mezarlıkbaşı Karakolu’na geldik. Ne var ki araba hal bölgesinden Bayraklıdan çalındığı için bu olaya Kahramanlar Karakolu bakacakmış…
Yanımızda bir polis, elimizde araba, hırsız yanımızda hadi bakalım 7-8 km’lik yolu yürü Kahramanlar Karakolu’na. Yanımızdaki polis bir fezleke ile bizi karakola teslim etti ve biz kaldık, o polis gitti. Adama “niçin çaldın” filan diyorlar polisler, adam suçu kabul etmiyor. Öğle oldu halen “ben çalmadım” diyor. Hamal “evet bu demiş bana getir diye, ben getirmişim arabayı, halen hakkım vermemiş ben hakkımı isterem” diyor. Nihayet başı hafif kelleşmiş pos bıyıklı, kolunda rütbelerini ve eskiliğini gösteren işaretleri olan bir memur geldi. Olayı diğerleri ona anlatmış olacak ki bize “dışarıda bekleyin ulan hiç kimse zaten ben çaldım hırsızım demez. Akıllı insanlar bunlar hiç aldım çaldım der mi. Ama ben dedirtirim” dedi. Bizleri karakolun bahçesinin de dışına çıkardı ama hırsızın avazı çıktığı kadar bağırdığını bizler uzaktan duyuyorduk. İşin en enteresan tarafı da bir topal adamın da arabası çalınmış, o da acaba bir şey çıkar mı diye bizimle karakolda bekliyor zavallı. Nihayet ikindiye doğru adamın dili çözüldü.
Ve Kemeraltı’na geldik, orada bir iş hanının içersinde bir depo gösterdi ki belki 200 araba tekerleği var. Daha bir çok araç parçası ile dolu depo. Buranın da kilidini aldı polisler, daha başka depolar da gösterdi… Beş tane de adam ihbar etti, kimi sanayide esnaf kimi de işsiz. Onlar da yakalandı. Dava amme davası olunca devam etti… Bizler zaten kendimizin karnını zor doyuran Anadolu gençleriyiz, hepimiz darmadağın olup gittik… Bu hırsızı yakalattıranlardan kimse aynı ikametinde kalmamış ben artık o işi bırakıp İstanbul’a gitmiştim. Ama İzmir’de de adresim belli idi… İstanbul’da bir mahkeme davetiyesi aldım; İzmir Konak Adliyesine isarlı (polis nezaretinde) çağrılıyordum. Polise o gün gideceğime dair kefil gösterdim ve mahkeme günü İzmir’e geldim. Mahkeme salonunda mübaşir ismimi bağırıyordu, “şahit İsmail Desteli” diye… “Benim” dedim. “Bekle” dedi… İçeri girdi o anda yanımda iki tane ızbandut gibi adam belirdi… “İsmail sen misin?” “Evet.”
“Sen bu davayı görmedim bilmem de sana istediğin kadar para verelim, yok gördüm dersen buradan sağ çıkamazsın bunu aklından çıkarma ona göre” dediler. Ben zaten o yıllarda ip Allah sivri külah hiçbir şeyin sahibi değilim. Evli değilim, Konya’da köyde annem, babam, kardeşlerim var. Bu tehdit beni inanın çileden çıkardı. Hakim sormaya başladı “Oğlum senin bu işte ne bilgin var?” “Efendim bu adamı biz yakalattık, bu çok insanların canını yaktı, fakir fukaranın ekmek teknesi olan araçlarını çalıyordu.” Hakim adamı gösterip “bu mu?” diye tekrar sordu. “Bu” dedim. “Hakim bey ben İstanbul’dayım, gelip gitmem zor oluyor artık bu davadan feragat ediyorum. Ancak beni dışarıda mahkeme salonunda tehdit etti iki kişi, bunlardan da hiç korkmuyorum ama gelip gitmek için param yok” deyince… Hakim “Oğlum sen vatandaşlık görevini yapıyorsun dava artık kamu davası, zaten de ben bu günü bekliyordum sen otur” dedi ve yanındakilerle istişare ettikten sonra karar dedi. Ayağa kalktık, suçun failine 3 sene 8 ay 16 gün ceza veriyorum mahkeme sonuçlanmıştır” dedi ve bana dönerek “sen kal” dedi. Kaldım, herkes çıktı… İki polis çağırdı “bu şahsı bir gün misafir edeceksiniz yarın da İstanbul’a göndereceksiniz. Bu size emanet” dedi. Beni polisler aldı, karakola götürdü ve bir gece misafir edip ertesi gün İstanbul’a gönderdiler.
SULTAN MURAT’TAN BİR HİKAYE
Bunları yazarken büyük Padişah Sultan 4. Murat’tan -komşum değerli bilgin adam Hüseyin Sarıkaya hocamın bana anlattığı- ilginç bir hikayeyi de burada anlatmayı kıssadan hisse olarak uygun buluyorum.
Sultan 4. Murat Han (1623 1640) babası Sultan 1. Ahmet, annesi Mahpeyker Kösem Sultan. Osmanlı Padişahı 4. Murat çok kuvvetli, dirayetli, hiçbir şeyden korkmayan, çok iyi ok ve cirit atan bir padişahmış. Bu becerilerini harplerde de gösterirmiş. Dini hükümleri iyi bilir ve bulara çok riayet eder, Şeyhülislam Yahya Efendi’ye bile “baba” diye hitap edermiş. Sultan gece oldu mu tebdili kıyafetle Topkapı Sarayı’ndan çıkar, zifiri karanlıkta deniz kıyısında esrarkeşlerin hırsızların kol gezdiği sığ yerlerde gezinir, etrafı kolaçan eder, gelir sarayına girermiş. Bir gece yine deniz kenarında gezerken kayalıların arasında birkaç kişinin fısıldattığını duymuş, karanlıkta onlara doğru yürümeye başlamış. Adamlar “gelme lan adamı biz keseriz biçeriz” falan derler. Padişah “ne olacak yahu o konuştuklarınıza ben de dahil olurum, benim de kendime göre meziyetlerim var. İçinize beni de alın” demiş. Onlar da kabul etmişler.
Padişah ne iş yapacağız?” diye sormuş. “Sultan Murat’ın hazinesini soyacağız” demişler. “İyi tamam soyalım, herkes marifetini söylesin” deyince adamlardan biri “Ben hangi kilidin üzerine elimi koysam kilit kendiliğinden açılır” der. Padişah “ooo iyi” der. Bir diğeri “Ben de bütün köpeklerin dilinden anlarım onlar ne derse bilirim” der. Padişah “Ooo iyi” der. Bir diğeri “Ben de zifiri karanlıkta bir kere gördüğüm adamı 40 sene sonra görsem yine tanırım” der. Padişah “o da iyi lan” deyince… Onlar sorar “peki senin marifetin ne?” “Ben de bıyıklarımı şöööyle sıvazlayıp burdum mu bütün kuvvetli halatlar ipler kopuverir” deyince “oh bu da iyi” derler ve gecenin bir nısfında hazineyi soymak için saraya giderler. Giderlerken çevreden bir köpek bunlara hav hav diyerek sarar. Padişah köpek dilinden iyi anlarım diyene der ki, “hey ahbap ne dedi bu köpek?” Adam “Boşver sen ona bakma o halt eder öyle.” “Neden?” “Neden olacak güya Sultan Murat yanınızda sizi yakalatacak diye abuk sabuk konuşuyor, hiç olacak şey mi?” Padişah da “hakikaten halt etmiş o köpek” der yola devam ederler. Ve tam hazinenin yanına varırlar, adamın biri kildin üzerine elini kor kilit açılır. Onlar içeri girince padişah kapıda gözcü kalır ve gizli bir şifre ile muhafızları çağırır, adamları muhafızlar yakalar.
Bunları tutuklayıp götürüler, tabi yanlarında bıyık buran dördüncü arkadaş yok. Karanlıkta görüp tanıyana sorarlar “Nerde acaba bizim arkadaş?” Biri der ki “Yarın bizi asarlarsa o zaman ona ihtiyacımız olacak, durun bakalım belki gelir” derler. Tam ertesi gün darağaçları hazırlanmış, hırsızlar asılacak. Padişah karşılarına dikilir ve onu tanıyan adam “işte geldi akşamki arkadaş olduğumuz bu adam” deyince. Hırsızlar “ulan akşamki havlayan köpek demek ki doğru söylemiş köpeğin lafına bakıvermedik de işte yıllarca hapis yatacağız. Padişah Sultan Murat yanımızda imiş” derler. Sultan Murat Han evvelden cellâtlara anlaştığı üzere bıyıklarını şöyle sıvazlar, bütün ipler kopar, orada toplanmış olan halk da “padişahım çok yaşa” deyince. Padişah yanlarına varır, bütün bu tür işlere soyunanlar her an yanlarında bir Sultan Murat olabileceğini ve herkes için de bıyığını sıvazlamayacağını hatırlarından çıkarmasınlar” der. Saygılarımla…