Seyit Küçükbezirci
Yitirdiğimiz kuşlar; bağlar bostanlar; meyveler, sebzeler
Sorun çocuklarınıza, torunlarınıza… “-İbibik” nedir diye.“Elma kuşu”nedir diye. Görmeleri mümkün değil de, kitaplarda bile okumamışlardır…
İnsanların ‘sefertaslarında’ oturmadığı zamanlarda; insanların ‘Sefertası Beyi’ olmadığı zamanlarda, benim kuşağımın yaşadığı ‘meteller’ anlatacağım, size..
O zamanlar, Konya binlerce dönüm üzüm bağı ile dört yönden kuşatılmıştı. Şehir içindeki evlerden bahçesi olmayan evler yadırganırdı; sahiplerine, belli edilmese bile, içten içe acınırdı…
Konya’da ‘kuş zamanları’ vardı; takvimi ‘kuş zamanlarına’ göre de işlerdi…
Şubat’ın sonu, Mart ortaları; bazı yıllar leylekler erken gelir. ‘Sulu sepen’ poyrazın dondurucu ayazı Konya steplerinde hüküm sürerken havada binlerce leylek… Helezonlar çizerler, saatlerce insanoğlunun anlamadığı bir ayini gökte sürdürür.. Yüksek ağaçlarda dev leylek yuvaları... Sakin, asude, dingin Konya ikindilerinden binlerce gagadan leylek takırtıları... Sokaklarda, gözlerini havada da düğün yapan leyleklerden ayırmayan yüzlerce çocuk… Hep bir ağızdan; “-Leylek leylek, ledirdek/ Hani bana çekirdek…”
İbibikler seker çayırlıklarda; bağ ‘puştaları’nda.. Bir hoş öterler, tümsekten tümseğe atlarken... Tığ gibi uzun gagalar, baş üstünde sultani bir sorguç; baharı da birlikte getirmişler… O, “Sene-i saadet” yıllarının çocukları, “Biz”; gördüğümüz ibibiği kızdırırız: “İbibik, gububuk/Nerdesin?/ -Puştada../Ne yersin?/ -Kızılcık.”
Sonra kırlangıçlar… Toprak düz damlı evlerin “çelen”lerinde binlerce yuva yaparlar, çığlık çığlığa… Yeşil, mavi karışımının en güzel rengindeki kırlangıç yumurtalarını alıp oynamak isteriz; onlara “gözümüz oynar”; ama , annemiz söyledi: “Kırlangıç yumurtalarını yuvadan alan çocukların elleri bükülür”…
O yıllar, hiçbir Konyalı “Başkuş” demez; baykuşun adı bu iklimde “Hayırlı Kuş”tur. “Alaca karanlık”basarken, biz oyundan başımızı alıp eve dönmeyi unuturken, bir ‘çelen’ kocaman gözlerini bize dikmiş bir “hayırlı kuş” mutlaka bizi gözetliyordur... “Değirmi” kocaman gözler size bakarken, sakın ağzınızı açmayın… Hayırlı kuş dişlerinizi sayar; sonrasına karışmayız.
Leylekler, ibibikler, kırlangıçlar, hayırlı kuşlar... Sonra; çaylaklar, yani, “cüllükler”… Kumrular, şen bolluk yıllarında tan ağarırken insan sesi ağlayışında öten “puhu” kuşları… Aklı evvel büyüklerimiz bu “Sevda Şehri”ni betonlaştırırken hepsi sürü sürü gittiler. Bekledik; ama dönmediler. Kuşları gücendirmiştik. Sonucuna katlanacaktık…
İlk yıllar; 1960’larda, 70’lerde neler kaybettiğimizi pek anlamamıştık.. Çünkü yara sıcaktı. Hanya’yı Konya’yı 2000’li yıllarda anlayacaktık; ruhumuz hastalanınca…
Kırk yıl sonra; gerilim, stres, depresyon; nedenini kimsenin anlayamadığı huzursuzluklar… Çünkü binbir çeşit kuş küsüp gitmişti… Ve evet, evet; biz onların yerini dolduracak bir şey bulamamıştık.. Yerlerine koyamamıştık.
SOKAKLARINDA ÇAYLAR SEĞİRDEN ŞEHİR
Yaşınız eğer elliden küçükse; ya da 1960’dan sonra doğmuşsanız, bu anlattıklarım, size ‘hikaye’ gelir..
Aslında bu satırlar bir ‘ağıt’… Gençler için bir şey ifade etmese de herkesin sevgilisine ağlamak hakkıdır…
Selçukiler’de, Osmanlılar’da, Cumhuriyet’in ilk kırk yılında Konya bir “Bağ Şehir”, bir üzüm yurdu... Kuzeyi, güneyi; aklınıza neresi gelirse, dört bir yönü bağlarla kuşatılmış... Binlerce, binlerce dönüm. Şimdilerde “endemik” dedikleri, yani, sadece bu topraklara özgü onlarca üzüm cinsi. Turfandası, pekmezliği, sofralığı, kışlığı.. Aladiriz, gut, hanım parmağı, dimnit, germi, büzgülü…
Konya’nın batısını çeviren dağlar, Sille, Meram çayları; yaşamı biraz da üzüme bağlı “Eski Konya”nın can damarlar…
Büyük Selçuklu Veziri, Konya toprağında doğan “Konya Çocuğu”; zarif, sabır timsali, bilge, Kamil Sahib Ata Fahreddin Ali kazdırmış en büyük tatlı su ırmağını... Konya bağları için... Adına, en az yedi yüzyıl ‘Sahib Irmağı’ denmiş; üstünde kimsenin bozamadığı yerel “Sahip Ata, Su Hukuku” kurulmuş…
Şimdi, elli yıl, altmış yıl geriye gitmek mümkün olsa; Araplar/Karkayış Caddesi’ni boydan boya geçen; Uluırmak’ın, Çaybaşı’nın ana caddelerini boydan boya koşan “Fenni Fırın”ın arkasından bükülüp Köprü Başı’na oradan, Sedirler’e doğru boz/bulanık akan çayları seyredebilirdik. Caddelerin hep bir kenarını izleyen, kenarları taşla örülmüş, evlere bir Silletaşı köprüyle yol veren çaylar. Gürül gürül akan çay kenarlarına kâğıt kayığını kapıp gelmiş binlerce çocuk…
Meram Deresi; Şehir Irmağı’na, Yaka Irmağı’na, Sahip Irmağı’na, Karahöyük Irmağı’na, Lalebahçe Irmağı’na, Bürükcük Irmağı’na; yani altı ırmağa su verdikten sonra, “Müfte Gediği”nde soluklanır. Bu bentte su iki kola ayrılır; Gümüş ve Kovanağzı ırmakları olarak yarı ayır yoluna devam eder. .
Kuşların köküne kibrit suyu ektiğimiz gibi, yukarıda saydığımız ırmaklardan kılcal kan damarları gibi su alan yüzlerce “çay” dediğimiz suyolunun da canına okuduk. Eski Konya’da, güzün, bağbozumunda şehir şıra kokardı, pekmez köpüğü kokardı, sıcak pekmez kokardı… Şimdi, kilosuna yüz lira verseniz ne aladiriz, ne gut, ne büzgülü; ne de güneşe tuttuğumuz zaman çekirdekleri görünen dimnit bulabilirsiniz.
Geçmiş ola… Zaman gelecek, kazandıklarımızın kaybettiklerimizin yanında devede kulak olduğunu göreceğiz.
EFSANE GİBİ ANLATILAN MEYVELER; ŞEKER ARMUTLARI, ÜZÜM ERİKLERİ
Her yaz, arayacağım diye dizlerime kara sular iner; gözlerim yorgunluktan yanar... Pazar pazar gezerim. Çocukluğumun, gençliğimin Konya’sının ‘şeker armudu’nu, üzüm eriğini, ‘Musafdeste Kayısı’sını bulabilir miyim, acaba diye..
Bağları sulayan “Çay”lar, bahçelere de su verirdi; tarlalara da su verirdi. Efsane meyveler bahçelerde; “Selbasan Divlekleri”, sarı içli kış karpuzları, bahara kadar çürümeyen “Bostan Güzelleri” tarlalarda…
Bu tohumların şimdi hiçbiri yok. Yüzlerce yıl, bu nadir sebzeleri üreten “Gara Dakım Gonya Gadınları” da yok…
Kıymetlerini bilemedik; çekip gitmelerine kadar yüzlerine bakmadık; Onları “modern”liğimize engel saydık.
Elli yıl önce, Konya “Kadınlar Pazarı”nda, Muhacir Pazarı’nda bulduğum Konya’ya özgü, nadir buz karpuzu, yağlı mısır, üzüm domatesi, et kabağı, divlek tohumlarını uzun yıllar sürdürmeye çalıştım. Konya nadir sebze tohumları koleksiyonları yaptım. Sonra nefesim kesildi; her biri bir yerde kayboldu. Şimdi, o nadir tohumlar Hollanda’dan, Belçika’dan, İsrail’den yeniden, onların malı, onları buluşu gibi Konya’ya geliyor..
Kadim “Kadınlar Pazarı”nı yıkıp kuşa çevirmek; bu da yetmez gibi adını “Melike Hatun Çarşısı” yapmak hangi pürüzlü akıldan doğdu ki? Melike Hatun’a saygımız var, ama orası “Kadınlar Pazarı”… Adı, böyle ama Konya kadınları ile hiç ilgisi yok; esnafın daimi sergisi olmuş…
Kadınlar Pazarı’nın asıl sahibi; Karaaslan, Alakova, Evdireşe, Kovanağzı’nın “Gara Dakım Gadın”üreticileri ne mi oldu? Nerede mi?.. Aziziye Camii çevresinde, yollara serilmiş, zabıta korkusu ile yürekleri tıp tıp… Önlerinde bur avuç ıspanak, tere, bağ yaprağı vs. Teşbihte hata olmaz; “Dağdan gelen bağdakini kovmuş”…
“AĞIT YAKMAK” HEP BANA MI DÜŞER USTA?
Son otuz yılda ağıt yakmak hep bana düştü... Dede Bahçesi’ne ağıt, Kadınlar Pazarı’na ağıt, Fenni Fırın’a ağıt, Üzüm Pazarı’na ağıt…
Aslında, “metel” anlatacağım diye başladım, huzurunuzda.. Bu da bir “ağıt” oldu. İnsan canlarına da yanar, “mekanlar”ına da... Acaba, insan “mekanları” ile mi kaim? Mekânları ile mi huzurlu, mutlu… Mekânları gidince ya da “Hülagu”lar tarafından ortadan kaldırılınca mı gider Musalla’ya, Üçler’e?
2 Mayıs 2011 Memleket