Haşim Akın
Zorla Dönünce Mi?
Musalladan tekrar yolculuk başladı. Bir yere kadar geldiler. İçinde taşındığı sandığın yere bırakıldığını anladı. Kapak açılınca “galiba birisi beni kurtarıyor!” diye sevindi. Bu durum çok hoşuna gitmişti. O kapağın altında kendisine bin bir türlü işkence yapan yılan -çıyanlar birden kayboluvermişti. O kadar mutlu oldu ki! Bunca çilenin bitmesi çok harika bir durumdu. İlk duyduğu ses oğluna aitti. “Tamam, tutuyorum uzatın bana” dedi. Bir başkası da “Aman iyi tut. İnsan ölüsü ağır olur. Düşürme onu” diye uyardı. Bir diğerinin “Sanki ceset kokmaya başlamış” dediğini işitti. “Rahmetli çok yerdi. Haliyle kilolu işte… Orada böceklerin işine yarayacak bunca kilo” diye dalga geçmesi onu iyice ürküttü. Seslerden oğlu ve damadının orada olduğunu anlamıştı.
Birisi yukarıdan seslendi; “Cenazenin yüzünü kıbleye çevirin. Hayır, yanlış oldu. Bak kıble bu tarafta…” derin bir iç çekişle; “Kıble ha!” Dedi. “Hayatında kıbleye dönmemiş ve hayatın şartlarını kıblenin kurallarına göre düzenlememiş birisini öldükten sonra nereye çevirirseniz çevirin fark etmez” diyecekti ama burada bozgunculuk gibi olacak diye sustu çocukluk arkadaşı…
Bu sefer kendisini çok dar bir çukurun içine koydular. Ahiret yurdunun ilk kapısıymış bu kabir. Aman Allah'ım! Biraz önce sandığın içinde var olanlardan çok daha fazlası kendisinden önce doldurmuştu burayı. Sanki kendisine yer kalmamıştı. Sesi çıktığı kadar bağırdı. Kurtarılmayı istedi. Ne kadar serveti varsa vaat etti! Kim onu kurtarırsa ona her şeyini(!) verecekti. Neler vadetmedi ki… Arada tehdit ettiği de oldu tabii… Sesi kısıldı ama kimseye duyuramadı. Onun sesini ancak aynı çukuru paylaştıkları davetsiz arkadaşları(!) duydular. Bir kısmı alay etti onunla. Birisi “senden önce de buraya kimler geldi kimler… Hepsi de senin gibi önceden göndermediği hazırlıkları burada bulmak istediler. Ama hepsi de aynı pişmanlığı yaşadı” diye çıkıştı.
Yarışa girmişler gibi üzerine toprak atıyorlardı. Kimse onu duymadı. Az sonra Kur’an okunmaya başladı. Çok da kulak vermezdi bu sese. Çocukluğunda yaz aylarında gitmişti Kur’an kursuna. Ama hayatın hengâmeleri ve koşturmacası onun Kur’an’la buluşmasına izin vermemişti! Hep hayatın ve dünyadaki meşguliyetlerin suçuydu(!) bunlar. Yoksa o da iyi bir insan olmak isterdi! Kabristanın o sükûnetli havasında Kur’an sesi onun da hoşuna gitti. Pişmanlık duymaya başladı. “Keşke daha önce dinleseydim” dedi. Ama her zamanki gibi biraz da hocalara kızdı. Gelip zorla da olsa ona bu mesajı dinletmelilerdi! “Zorla mı?” dedi birisi yanından. “Sana kim zorla Müslüman ol diyecekti? Orada gönülden yapanlar kazanır.” Sonra yanından diğeri fısıldadı “Hocaları yanından kovduğun günleri ne çabuk unuttun? Onları şikâyet ettiğin günleri hatırlamıyor musun?” Gerçi “Kur'an ayetlerini anlamak beni rahatsız ediyor” diye mahalle imamıyla kavga ettiğini hatırlamak hiç de hoşuna gitmemişti.
Şimdi pişmanlık vaktiydi. Aşağıdan bağırdı “Bir dakika… Durun bir dakika. Beni dinleyin! Çok önemli şeyler söyleyeceğim…” Kimse kulak vermedi ona. Ama onları gayet iyi duyuyordu. Şimdi de Yasin suresi okunuyordu. “Siz bu Yasin suresini birbirinize okusanız. Dünyada Yasin suresine göre bir hayatınızın olması sizi kurtaracakmış. Allah'ın gönderdiği ve sizden ücret istemeyen davetçilere zamanında uyursanız burada rahat edecekmişsiniz” diye bağırdı ama gene duyuramadı.
Onlar işini bitirdi. Ayrılmadan önce bir hoca yukarıdan ona bazı hatırlatmalarda bulundu. Hem de adıyla çağırıp “sana sorulunca sorulara şöyle cevap verirsin” diye kopya vermişlerdi. Sağlığında dinlemediği cümleler burada nasıl işine yarayacaktı? Aslında aklında kalanlar olmuştu. Ama yanından hiç ayrılmayan onun hazırlık ve amelleri vardı ya... Burada her soruya onlar cevap verecekmiş.
Mesela “kıblen neresi?” sorunun cevabı için “Kâbe” demesini biliyordu. Ama bu bilgi işe yaramadı. Zira kıbleye göre düzenlenmemiş hayatın serencamı buna engel olmuştu. Yine peygamberinin adını biliyordu. Ama O’nun sünnetinden uzakta yaşanmış ve “ben kendi kararımı kendim veririm! Hür bir insan olarak seçimlerime kimsenin müdahale etmesini istemiyorum!” demişti. “Modern dünyada herkes böyle yapıyor. Sünnete uymak için bundan ayrılamam” dediğini de hatırlamakta zorlanmadı. Adını bilmek yerine izini takip etmek gerekiyormuş.
Elbette Müslüman bir ülkede yaşıyordu. Bu nedenle sıfır hayırla gitmiş olamazdı ahirete. Tam da ahiret için hazırlık yapmayı(!) planlarken Azrail aniden gelivermişti. Lakin bazı hayır hasenat işleri de yok değildi. Onları göremedi yakınında. Mesela geçen yıl ramazan ayında birçok fakir fukaraya yardım etmişti. Bir an onlar aklına geldi. İçinde büyük bir ferahlama oldu. Onlar gelirse biraz rahatlatırdı kendisini. Çevresine baktı ama onlara ait bir iz göremedi. Cesaretini toplayıp sordu. “Sen onları kameralar karşısında kaybettin. Allah, ‘sağ elin verdiğini sol elin duymadığı’ sadaka isterdi. Ama sen ihlaslı olmak yerine reklamla uğraştın. Yani gösterişin neticesinde dünyada aldığın tebrik ve taltifle yetineceksin buraya bir şey kalmadı” dediler.
Derin bir pişmanlıkla ah çekmişti… Yeni pişmanlıklar eskisini kovalıyordu.