yazar-62
Ateşimden kül oldu ateşiniz*
“Bir tarafta bahçe, bir tarafta dere
Gel uzan sevgilim benimle yere
Suyu yakuta dönüştüren bu hazan
Bizi gark eyliyor düşüncelere”
Ruhumuza akan bir hazan Ahmet Haşim’in şiirinden çağıldayarak kırmızı yapraklarla döşenir. İstanbul’da güz mevsimi, yeşilden kahverengiye dönüşen cazibeli kıvrımlarıyla çekici. Bunu, Ahmet Haşim’e her akşam “18.00” vapuruyla karşıya geçerken hissettiren, uzaktan sevdiği kadınlardı. Tutulduğu bir genç kızı, vapura erkenden binip görmek ayrıcalığı... Onun girişini görmek için müsait bir yere oturmakla başlayan ritüel sessizleşerek sürerdi. Çakmak çakmak gözleriyle kızı ararken kalabalığın içinde, onu gördü mü kendine gelir, aşk üzerine paradokslar yapmaya başlar. Hele sevgilisiyle uzaktan uzağa bakışma fırsatı yakalayınca neşesinden yerinde duramaz olur. O zaman dönüp dostu Yakup Kadri’ye, “Azizim, ben artık bu kızla evlenmeye karar vermeliyim. Bundan güzelini, iyisini bulamam.” der. Yakup Kadri; “Ben ise kimbilir kaçıncı evlenme kararı olduğu için, yüzüne şüpheli şüpheli bakarak gülümseyince hemen deminki kanaatinde sarsılmış görünür.” diye yazar. Haşim ya kendini beğenilmez bulur ya da dostunun onu engellediğini düşünür. Evlilik konusundaki iki açmazı boğazına takılı iki lokmadır. Gönül işlerinde maymun iştahlı, evlilik konusunda ne kadar ciddiyetsiz olduğunu bildiğini açıkca yüzüne söylediğinde Haşim kıs kıs güler. Hep lise öğrencisi heyecanı taşıyan; ancak aynı yaşların sorumsuzluğundan da kurtulamayan Haşim asla sevgilisiyle baş başa buluşmaya gitmez! Mutlaka bir dostuyla yapardı bu gezileri. Her şeyden canı sıkılan, büyümemiş bu çocuk olağanüstü tatta şiirler yazan bir edebi kimliktir.
Bu devamlı nişan bozan, evlilikten ödü kopan şairimiz Türkiye’nin kimliğini anlatan bir sembol gibi. Türkiye’de aydınlar kendi kimlikleriyle nişanlansa bile bunu bozmak için birçok abuk sabuk neden bulurlar. İş evliliğe hiç gelmez zaten. Evlilik talebi olsa bile kimliğinden ikircikli olan aydın aynı evde bu kimlikle oturamayacağına karar verir. Nedenler sıralandığında insan inanmaz gözlerle bakakalır, nasıl bu kadar gerçek dışı bir dünya kurulabilir diye. Gerçeğin dışına kaçma hayali cemaatler kurma sonucu boşalan iç dünyalar şablonlara mahkum olur. İstanbul 1990’da şiddet sıralamasında en alt sıralarda yer alıyordu. Bugün konuşulanlara, haberlere bakınca kanımız donuyor. Şiddet sadece bizim sorunumuz değil. Bir zamanlar “barut fıçısı” diye tanımlanan Balkanlar neler yaşadı unuttunuz mu?
Barut fıçısı
Makedon yazar Dejan Dukovski’nin yazdığı oyunun içeriği yaşadığımız şiddet dolu hayat.
Yıldıray Şahin’in ilk yönettiği oyun olan “Barut Fıçısı” Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde başladı.
Üsküp doğumlu Dukovski’nin bu oyunu filme de çekilmiş. Dekor tasarım tek kelimeyle harikaydı. Barış Dinçel’in başarısını görmek lazım. Yönetmen diyor ki: “Burada oyuncu olarak da bulunmamın nedeni iki yıl önce yitirdiğim babamla, bu oyunda oynadığım Andreja’nın hayata, dünyaya, bu şehirde yaşayanlara söylemeye çalıştıklarının özdeş olması.” Belki bu nedenle çok severek yönetilmiş, oynanmış ve kotarılmış bir oyun var karşınızda. İyi seyirler.
Oyun öncesinde mütevazı bir ödül töreni oldu. Türkiye’nin ciddi bir tiyatro geçmişi olmasına rağmen neden oyun yarışması düzenlenmez diye düşünürdüm. 1.’si yapılan Mitos Boyut Tiyatro oyunu yarışmasına 116 eser katılmış. Ödül kazanan gençler herkes için bir umut. Halkımız tiyatroyu çok seviyor. Bunu Anadolu’da yakından gördüm. Okulların daha teşvikçi olması gerekiyor. Ülkeleri tanıtan, o ülkenin yazarları, şairleri, oyuncuları ve sinemacılarıdır. O kültürün ruhunu, bakışını, içini ortaya serenler yani.
Abidin Dino
Onun “lüferler” tablosu geliyor aklıma hazan vakti. Minyatürlerde Boğaz, balıklar ve rengârenk kültürün çiçeklenmesi.
Figürlü minyatürlerde ışık-gölge uygulamaları, hacimli Batı örneklerine uygun. Manzaralarında da ışık-gölge ve perspektif var. Yüzyılın sonlarında minyatür azalmış ve 19. yüzyıl başlarında son örneklerini vermişti.
Osmanlı sanatçısı, Doğu resim anlayışından Batı’nınkine geçerken özgün yol aramış. Batı Anadolu’ya, İstanbul’a gelen antik harabe, köy ve İstanbul manzaraları yapan ressamlara ‘Boğaziçi Ressamları’ deniliyordu. Panoramik görüntüler, meydanların resimleri -Osmanlı’nın zenginliğini, yaşam şeklini yansıtan resimler- Osmanlı’yı Avrupa’ya tanıtıcı nitelikler taşıyordu. Fransız Guillemet azınlık Osmanlılar’a resim dersi vermek için okul açmıştı. Buraya daha sonra Türkler de gitmişti.
* Cenap Şahabettin