M. Faik Özdengül
Ben nerdeyim, sen nerdesin?
Ne zamandır burada?
Günleri şaşırdı. Gitme vakti ne zaman?
Sevgili ne zaman çekerse dedi. Hancı. Asıl olan sevgilidir. İnsan sevdi mi? Sevgilinin sözü dışındakilere sağır olur. Ve anlatmaya başladı:
Bir vakit Selçuklu Veziri zamanın ulemasını yemekte bir araya getirmeyi istedi. Adamlarına emretti. Ne kadar sözü dinlenir, lafına kulak kabartılır, ilmine güvenilir varsa soframıza davet edilsin. Sofra bahane, sofranın ardından kurulacak meclis asıl. Ulaklar daveti ulaştırdı. Akşam oldu meclis toplandı. Yemekler yendi. Nasıl olduysa Hz Mevlana unutulmuştu. Ya gerçekten unutuldu, ya da çekemeyenlerin gadrine uğradı. Bunu fark eden Vezir hemen özel bir ulak gönderdi ve bin bir özür dileyerek lütfen davetine icabet etmesini rica etti. Kırmadı Hz Pir ve geç de olsa geldi meclise. Salonda yer kalmadığı için de hemen kapının kenarında bir yere ilişip oturdu. Sevenleri kalkıp yer vermek istedilerse de hayır dedi. Bu bazılarının hoşuna gitti. O zamanda da vardı kıskançlık. Hz. Adem’in iki oğlu arasında olduğu gibi. Kıyamete kadar da olacağı gibi. Bu kıskananlardan birisi mevzu açtı. Bir mecliste, bir toplulukta baş köşe, protokol neresidir? Laf uzadıkça uzadı. Kimisi topluluğun en önü dedi. Kimisi kapalı bir yerse sedirin tam ortası dedi. Bazıları efendim bir dairenin merkezi dedi. Bir bakıma her kes adetlerine göre ya da oturdukları yere göre tarif ettiler. Neden sonra aralarından birisi yüzünü kapının yanında oturan Hz pir’e döndürüp, efendim sizce başköşe neresidir deyince, Hz Pir tok bir sesle sevgilinin olduğu yerdir diye cevap verdi ve tartışma orada nihayete erdi.
Sevgili nerededir? Ağzımdan çıkan bu sözden utansam da çıktı bir kez. Başköşeye merakımdan mı? Yoksa onu bulma isteğimden mi? Bunu bile düşünmeden. Çıktı bir kez. Hancı başını öne eğdi. Belki de sorumu münasebetsiz buldu. Bir şeyler hatırlıyor gibi önüne bakarak konuşmaya başladı:
Ömrün yarısı, sevgili isteğiyle geçti, yarısı düşmanların derdiyle.
O, cüppeyi aldı götürdü, bu, külâhı. Biz de küçücük çocuklar gibi oyuna daldık;
Derken ecel gecesi yaklaştı. Artık bırak şu oyunu, yeter dönme oyuna gayrı.
Tövbe atına binde hırsıza yetiş, hırsızdan elbiselerini al, geri dön.
Tövbe atı acayip bir attır. Bir anda şu aşağılık âlemden ta göğün üstüne kadar sıçrayıp çıkar.
Fakat atını da hırsızdan gözet ha. Biliyorsun ya, o, gizlice elbiseni de çaldı.
Aman şu atımı gözet de hırsız çalmasın (Mesnevi6/460-466)
Sonra sustu. Yanındaki uzun boylu, sessizce onu dinleyen, kırkına merdiven dayamış, buğday benizli muhibbanın omzuna dokundu. Muhibban önce nefes adı. Sonra biraz içinde tutup yavaşça verdi nefesini. Ve anlatmaya koyuldu:
Birisinin bir koçu vardı. Ardı sıra boynuna ip bağlamış çekip götürüyordu. Derken bir hırsız arkasından usulca yanaştı ve ipi keserek koçu götürdü. Adam neden sonra fark edince eyvahlar edip var gücüyle koçu aramaya koyuldu. Sağa sola koştururken bir kuyunun başında hırsız feryat ediyordu. Adam onun hırsız olduğunu bilmeden yanına koşup sorgu sual etti. Benim de koçum kayboldu sen neden feryat edersin dedi. Hırsız kuyuya altın torbam düştü, eğer çıkarırsan beşte birini sana veririm dedi. Yüz altın var içinde beşte biri senin dedi. Adam bir koç gitti on koç parası geldi diye düşündü ve hiç tereddüt etmeden elbiselerini soyunup kuyuya daldı. Hırsız da elbiseleri alıp gitti. Öne koç, sonra da elbiselerden oldu.
Tamah dedi hancı. Hırs.
Tamah huyu fitneden ibaret bir hırsızdır ama hayal gibi her an bir surete bürünür.
Onun hilesini Tanrı’dan da başka kimse bilmez. Tanrı’ya kaç da o alçaktan kurtul! (Mesnevi 6/475-476)
Ardından sessizlik.
Sessizlik uzun sürdü. Benim aklım hala sevgilideydi. Fakat bu kez ses etmedim. Ben de sessiz durdum. Neden sonra, Sevgiliyi aramakta tamah ayıp sayılmaz deyip gönlümü aldı hancı. Akılda ne varsa kulak oraya dikilir dedi diğeri, gülümseyerek. Başta safra varsa yanınca sevda olur. Diye bağırdı çalgıcının biri. Bizi dinliyormuş meğerse. Neşeyle derdi uzlaştırdınız ya, sıra bana geldi dedi ve elindeki çalgı aletini ustaca dillendirmeye başladı. Hem enstrümanı hem de nefesi uyuttu neredeyse hepimizi. Gözlerime bakarak okuyordu şarkısını:
Ey yüzünü görmediğim sevgili, bana bir kadeh sun.
Sen, benim yüzümsün, hakikatimsin, seni görmezsem şaşılmaz. Yakınlığın son derecesi, şüpheye düşme perdesiyle bürünmedir.
Sen aklımsın, seni görmezsem şaşılmaz. Karışık şeylerin birbirine girmesinden seni göremezsem şaşılacak şey değildir bu.
Sen, bana şah damarımdan daha yakınken, yâ diye nasıl sana hitap edebilirim? Yâ, uzakta olana hitaptır.
Ben, kıskançlığımdan yanımdaki sevgiliyi gizlemek, duyanları yanıltmak için dağlarda, çöllerde sana nida edip duruyorum.(Mesnevi.665-670)
Benim sevgilim benimle. O söyledi ben buldum. Ben buldukça o söyledi. Şah damarımdan daha yakınımı. Ne o söylemekten ne de biz dinlemekten vazgeçemiyorduk. O söyledikçe coştu. Biz dinledikçe.
Bilmem ki sana nasıl hizmet edeyim? Susup oturayım mı, yoksa söyleyeyim mi?
Şaşılacak şey şu: Hem benden ayrı değilsin, hem de ben neredeyim, sen neredesin? Bunu bir türlü bilmiyorum.
Bilmiyorum beni nasıl çekiyor da bazen karalar da yürütüyor, bazen kan denizlerine gark ediyorsun. (Mesnevi.6/705-708)
Kim bilir ne kadar sürdü?
Şarkı ve uyku.
Etrafta kimsecikler kalmamıştı. Ne buğday benizli. Ne Hancı. Ne çalgıcı. Kendime geldiğimde.
Sadece O ve ben.
Başım gönlüme teslim oldu.
www.pozitifdegisim.com