Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Dinlerini parça parça edenler
Kur'an-ı Kerim'de açıkça İslam ümmetini bölecek tefrika kaynaklı dinde ihtilaf çıkarmak şiddetle kınanmıştır: “Dinlerini parça parça edip gruplara ayıranlar var ya, (Habibim) senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur.” (En’âm 159) Bu ayette geçen: “Dinlerini parça parça edenler” ifadesi, dinin bazı hükümlerini kendi hevasını onaylatıcı bir tarzda okuyan işine gelmediği için bazı hükümleri tanımayan ya da manevi tahrife giderek Allah'ın ayetlerini kendi aşağılık arzularına alet ederek parçalayanlar, tevhid için değil de Müslümanların bölünüp parçalanması için çaba sarf edenler anlamına gelir.
Yine aynı ayetin devamında: “Gruplara ayıranlar” tabiri ise, her biri vahye değil de bir sapma vesilesi olan heva duygusuna taraftarlık ederek fırka fırka olup tefrikaya düşenler anlamınadır. Burada ayrı bir öndere tabi olmak kınanmamaktadır. Kınanma, herbir önderin bir ada konumunda olan kendi topluluğunu diğer adalar arası geçişleri sağlayıcı ara köprüler kurmamasından dolayıdır. Adalar arası köprülerin ortadan kaldırıldığı bir vasat, ümmetin birliğine değil, ayrılığına hizmet eder. Böyle bir vasatın oluşturulmasından amaç, olsa olsa, Allah’ın rızasını kazanmak değil, cemaatin üzerinde bulunan bir takım menfaatleri kaybetmeme endişesidir.
İşte peşinen irade ve arzularını İslam milletinin birliğine, beraberliğine değil de şahsi kaprislerine tabi kılarak tefrika yönüne çevirenler hakkında Yüce Allah: “Kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık” (Maide 14) buyurarak insanın seçimini bozgunculuk yönünde her zaman kullanabileceğine dikkatimizi çekmiş, böylesi bir tavrın yeryüzünde düzeltici bir mü'min tavrı olmadığına işaret etmiştir.
Hâlbuki erdemli mü'minlerden beklenen olgun davranış; ellerin, toplumun birlik ve beraberliğini bozmaya uzatılması değil, aksine, ellerin hareket gücüne yön veren manevi bir merkez konumundaki kalbi ıslaha yönelik tedbirler almaktır. Bedenlerin birliğinden önce, gönüllerin birliğinin tesis edilmesi gerekir. Buna ön hazırlık olarak her mü'min: “Rabbimiz, kalbimizde iman edenlere karşı kin bırakma” (Haşr 10) diye fiili dualarda bulunmalıdır. Ancak bu şekilde tefrika denilen ve toplumun sosyal dokusunu param parça eden nifak hastalığından kurtulabiliriz. Çünkü aksi tavır, Müslüman tavrı değil, gayr-i Müslimlerin tavrıdır. Kur’an’da gayr-i Müslimlerin bu tavrı anlatılarak Müslümanlar uyarılmak istenir: "Yahudiler, Hıristiyanlığın bir temeli yoktur, dediler. Hıristiyanlar da Yahudiler bir şey üzerinde değiller, dediler.” (Bakara 113) Bu şekilde birbirlerine tahammül göstermeyen iki semavi dinin taraftarları, sonunda toplumsal bölünmeyi tetikleyen kavgalara düştüler. Üstelik onların, “hepsi de kitabı okuyorlardı.” Hâlbuki aynı kitabı okuyan insanların birbirlerini tahkir değil tekmil etmeleri, birbirlerini tekfir değil tahkim etmeleri gerekirdi. Onlardan her fırka cenneti kendi tekellerinde görerek dinin füruunda değil, dinin asıllarında ihtilafı da aşan görüş ayrılıklarına düştüler. (Bkz. Zuhruf, 4-66).
İşte Kur’an’ı okuyan mü’minler bu iki din mensubundan ibret alarak kendi aralarında kardeşliği bozucu her türlü söz ve davranışlardan uzak durmaları gerekir. Bundan dolayı, İslam’ın bağlıları mütemadiyen hidayete uymaya, iyilik ve takvada yardımlaşmaya, ayrılığa düşmemeye ve varolmak için birlikte hareket gücünü korumaya davet edilir. Bu anlamda İslam’ın kök değerleri bütün Müslümanlar tarafından önplana çıkarıldığı sürece İslamî vahdet gerçekleştirilecektir. Bu yolda hedefler bir olduğu sürece yöntem farklılığı asla sorun oluşturmaz. İslam bütün dini akımların üzerinde kuşatıcı bir şemsiye gibidir. Herkes bu şemsiyenin altında toplanma hakkına ve sorumluluğuna sahiptir. Ehl-i kıble, farklı İslam yorumlarından dolayı asla tekfir edilemez. Esasen Kur'an-ı Kerim’de: “Ey iman edenler! Size bir kimse Müslüman olduğunu deklare ediyorsa, sizin ona sen mü’min değilsin deme hakkınız yoktur” (Nisa 94) buyrulmuştur. Bu bakış açısını destekler mahiyette Hz. Peygamber’den de sayısız rivayetler gelmiştir. Nitekim O, İslam’a mensubiyetin temel ilkesi sayılan şahadeti ikrarla birlikte, “ben müslümanım” diyen bir kimseyi, asla, hayır sen Müslüman değilsin diye cemaatin dışına atmamıştır.
O halde bize ne oluyor? Niçin geniş olan İslam hakkında misak-ı milli sınırları çiziyoruz? Böyle bir sınır çizmede yetkiyi kimden alıyoruz? Her Müslüman bu sorulara cevap vermekle mükelleftir.