Diyarıbekir Diyarıbarış olsun
KSO Başkanvekili Tahir Şahin, Bakan Davutoğlu ile birlikte Diyarbakır’da gerçekleştirdikleri temasları anlattı. Şahin,et ve tırnak gibi olan iki kardeş arasındaki birliğin, din vurgusuyla daha etkin sağlanacağını savundu…
Aramızda ince bir sis tabakası var:
DİYARBEKİR DİYARIBARIŞ OLSUN
Söyleşi: M. Ali Köseoğlu
Dışişleri Bakanı ve AK Parti Konya Milletvekili Ahmet Davutoğlu’nun Diyarbakır ziyaretiyle ilgili söyleşilerimizin ikinci bölümünde de ayrıntıları aktarmaya devam ediyoruz. Dün, Dr. Abdullah Ağralı’nın bir yandan Diyarbakır izlenimlerini, diğer taraftan çözüm süreciyle ilgili olarak düşüncelerini masaya yatırmıştık. Bakan Davutoğlu’nun, Diyarbakır ziyaretinde yanına aldığı Konyalı bir diğer Kürt işadamı da Konya Sanayi Odası (KSO) Başkanvekili Tahir Şahin’di. Dr. Abdullah Ağralı ile birlikte eşlik ettikleri Bakan Davutoğlu’nun barış ve kardeşlik sürecindeki bu değerli ziyaretini gazetemize değerlendiren Şahin, önemli mesajlar verdi.
- Dr. Abdullah Ağralı Bey ile birlikte Diyarbakır’da Sayın Davutoğlu’na siz de eşlik ettiniz. Bundan önce, hükümet tarafından sürdürülen ‘kardeşlik ve barış süreci’ Kürtler arasında nasıl değerlendiriliyor?
- Umutsuz bir manzara varmış gibi zannedilse de aslında tam tersine, herkeste büyük umut var. Umudu olmayanlar, umudu olanların yüzde 10’unu bile teşkil etmiyor. Toplumun her iki kesiminde de olumlu bir hava var. Bir kere en önemli husus; herkesin bunu istiyor olması... Hani bir taraf ister diğer taraf istemez ya; öyle bir durum yok. Her iki taraf da barışı istiyor. Anaların ağlamasını kimse istemiyor. Askerin de bir annesi var dağdaki gerillanın da... Her insanın bir hinterlandı var. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Bu yangınların tekerrür etmemesi adına herkesin gönüllü bir şekilde, hem de büyük bir umutla bu süreci desteklediğini düşünüyorum.
- Diyarbakır’a daha önce gitmiş miydiniz?
- Evet, işim gereği de daha önce gittim. Ama en son Sayın Davutoglu ile gittiğimde daha farklı bir Diyarbakır gördüm… Bir kere şehir çok canlıydı. Ayrıca çok genç bir nüfus var. Tüm sokaklar dolu. Bir Cuma namazı vaktiydi. Hatta Sayın Bakan, “Her şeye geç kalabiliriz ama cumaya geç kalmayalım” ifadesini kullanmıştı. Zihinlerdeki Diyarbakır nasıl bir yer bilmiyorum ama camiye girdiğinizde yer bulma şansınız yoktu. O gün Ulucamii’de cuma namazını kıldık. Benim bulunduğum kısımda caminin ne sağı ne solu tam olarak görünmüyordu. Ve o saatte Diyarbakır’ın tüm camileri tıklım tıklım doluydu, aynı İstanbul gibi. Farklı gördüğüm şey de muhafazakârlık ya da dindarlık açısından baktığımızda Diyarbakır’ın bizden daha dindar oluşu. Hele Konya’dan geldiğinizi duyunca insanlar sizi çok seviyorlar. Bu sevgide Bakan Bey’in de çok büyük etkisi var.
- Sayın Davutoğlu’nun bölgenin ileri gelenleriyle yaptığı toplantıdan biraz bahseder misiniz? Kimlerle görüşüldü; görüşmeler nasıl geçti?
- O gün herkeste mutlu bir bakış vardı. Sayın Bakan’ımız Diyarbakır’daki sivil toplum örgütleri ve kanaat önderleriyle görüştü. Bütün kesimlerin temsilcileri vardı. Bugün en uç diyeceğimiz insanları da, en ılımanları da oradaydı. Hatta ve hatta Adalet Bakanlığı’na ve Başbakanlığa silah doğrultan grubun temsilcileri de katıldı toplantıya. Onlarda bile umutsuzluk görmedim. Ama küçük de olsa bir tedirginlik vardı. “Acaba yine Türkiye Cumhuriyeti hükümeti yan çizer mi” diye. Çünkü her seferinde “hükümet sözünde durmadı” gibi bir algı var. Tabii Davutoğlu’nun şahsiyeti ve kimliği çok farklı onların gözünde. Orada onun karşılanması normal bir siyasi insan gibi olmadı. Hakikaten bir kanaat önderi ve gönül insanı gibi karşılandı. Bu yönüyle çok güzel bir ziyaretti. O da herkesle çok samimi diyaloglar kurdu. Çocuklarla birlikte halay çekti, top oynadı. Üniversite kürsüsünde Bakan değil de bir üniversite hocası gibi hitap etti. Bakan Bey’in belki de en ilgi çeken ve isabetli sözlerinden birisi de şuydu: “Medeniyeti, modern düşünceyi, barış ve huzur kavramlarını Avrupa’dan getirmeye ne gerek vardı? Diyarbakır bir ilim ve medeniyet şehriyken zaten Paris diye bir şey yoktu. Niye üstümüzü külleyip örtmüşüz?” Bu söz beni çok etkiledi.
- Dikkatinizi çeken başka hususlar da olmalı…
- Aslında birden fazla dikkatimi çeken olay oldu. Birbirimizi tanımak istememeden kaynaklanan düşmanlığın, tanıdıktan sonra yerini sevgiye bıraktığını gördüm. Akşam yemekte çok ilginçtir; anneler gelmişti. Bakan Bey’e öyle bir sarılıyorlar ki. İçlerinde hem asker anneleri, hem de PKK’lıların anneleri vardı. “Şimdi ben hangine yanayım?” diyorlar. Tabi burada insan olarak da hepimizin buna destek vermesi gerekiyor. Bu sürece katkıda bulunma adına ne yapılması gerekiyorsa yapılmalı. Siyaset çok daha temkinli, daha düzgün konuşmayı gerektiriyor. Bu çözümsüzlük üzerinden kendilerine çıkar elde etmek isteyenlere fırsat vermemek gerekiyor. Taraflar arasındaki bu beklentimize ne denli bir cevap gelir bilmiyorum ama sürecin sağlıklı yürütüldüğüne inanıyorum. Dönüşte hemen Kuzey Irak’taki iş bağlantılarım olan kişileri aradım. Herkeste bir umut var. Orada bile bir beklenti, kanın durmasını isteyen bir yapı var. Özellikle Öcalan’ın “silah bırakın” çağrısını çok olumlu karşıladıklarını söylediler.
- Biraz da halkla diyaloglarından bahsetseniz. Bölgede Kürtçe konuşuluyor. Bakan Beyle konuşmak isteyenler, nasıl iletişim kurdular?
- Dediğim gibi çok samimi ve içtendi herşey. Tabi Bakan Bey’in farklı bir görüşü, farklı bir insani yapısı var. Bir yaşlı amca “Ben Türkçe’yi çok az biliyorum. İsterseniz sizinle Kürtçe konuşayım, yanınızdaki arkadaşlar da Türkçeye tercüme etsin” dedi. Bakan Bey, “Hiç gerek yok” dedi. “Sen eğer gönülden konuşuyorsan, hangi dilden konuşursan konuş; ben seni anlarım.” Hakikaten de öyle oldu. Onlar Sayın Davutoğlu’nu çok iyi anladı Bakan Bey de onları. Hele bir tanesinin sözü çok manidardı: “Sayın Bakan’ım sizin aklınız, bizim cesaretimiz birleşirse kimse bizi tutamaz.” Bu cümle bile bizim bir arada yaşama isteğimizin en güzel vurgusu. Tabi birebir Diyarbakır insanıyla çok fazla diyalog kurdu Sayın Bakanımız. Yine birisi şunları söyledi: “Rasulullah Efendimiz sahabeleriyle beraber giderken bir ağacın altında 3-4 tane keçinin gölgelendiğini görmüş ve yolunu değiştirmiş. Daha sonra sormuşlar: Ya Rasulallah neden yolunu değiştirdin diye. Efendimiz, “hayvanlar yorulmuş, dinleniyorlardı. Onları rahatsız etmek istemedim” diye karşılık veriyor. Hayvanı bile rahatsız etmekten kaçınan bir peygamberin ümmeti olarak biz neden insanlara hoşgörülü olamıyoruz?”
- Sizce birlik ve beraberliğin sağlanmasındaki en önemli bağ nedir?
- Gitmek ve tanımak gerekiyor. Her iki taraf için de… İnsan bilmediği, tanımadığı şeye hakikaten düşman olabiliyor. Ön yargılı oluyor. Kürtler ve Türkler bin yıldır etle tırnak gibi. Ama şu anda aramızda bir sis var. Çok ince bir sis tabakası bu. Bir kişinin üflemesi gerekiyor hepsi o kadar. Doğu’da özellikle Güneydoğu’da kırılganlık oluşmuş, kutuplaşma oluşmuş bir kere. Hatta şimdi gidip de orada “Sen Kürt’sün ben Türk’üm. Bak kardeşiz” desen, hiç etki etmiyor. Bu söz artık gına getirmiş. Bu anlamlı cümle artık etkisini kaybetmiş. Tekrar anlam kazanması için de elimizde büyük bir fırsat var. Ben bunun için en iyi ortamın Konya olduğunu düşünüyorum. Kulu, Cihanbeyli, Kadınhanı, Sarayönü, Yunak… Hep iç içe yaşamışız ve problem yaşamamışız. Kimse “sen Kürt’sün sen Türk’sün” dememiş. Kız alıp vermişiz, böyle bir yapı var. Güneydoğuda yapılacak çalışmaların etkisi yüzde 10’sa burada yapılacak çalışma yüzde 90’larda olur. O tohumu tekrar buradan filizlendirip bütün Anadolu’ya yaymak çok daha uygun. Ben Kürdüm eşim Türk. Kardeşimin kocası Türk. Bunları ayırma şansın yok. Rahmetli babamla dünürleri birbirlerine gidip geldiklerinde kesinlikle bu konuları açmamışlar bile… Buradan atılacak bir tohumun hemen yeşereceğini düşünüyorum. Bir avantajımız da bizim Mevlana diyarında yaşıyor olmamız. Mevlana misyonunu da bu süreçte çok iyi kurgulamamız gerekiyor.
- Kürtlerin veya Türklerin yeni oluşturulacak anayasadan beklentileri neler olabilir?
- Yani sonuçta ne olduğu, kim olduğu hiç önemli değil. Ben şuna inanıyorum: Cenab-ı Hak, insanı yaratırken ona bir takım haklar vermiştir. Bu Türk olabilir, Kürt olabilir, Ermeni olabilir. Her insanın yaradılıştan kendisine verilen bu hakları kullanma hakkına sahip olduğunu düşünüyorum. Hiçbir kimsenin de Allah’ın verdiği bu hakları o insanın elinden alma gibi bir yetkisi olmamalı. Herkes, ortak bir hukuk içerisinde birlikte yaşamayı benimsemelidir. Bugüne kadar belki hükümet politikaları yüzünden -bana göre daha çok İngilizlerin etkilerinden kaynaklanan bir şey- bazı halklar yok sayılmışlar. 1982’ye kadar öyle bir kavram dahi yoktu. E o da insan. Rahmetli Erbakan demişti ya, “Sen buraya ne mutlu Türk’üm diye yazarsan, o da ne mutlu Kürdüm der” diye. Diyarbakır’da gezerken görüyorsunuz, tanklar, Türkçülüğün babası Ziya Gökalp’in büstleri… Hepsi kasıtlı.
- Peki Türkiyeli Kürtler yurtdışında kendilerini nasıl ifade ediyorlar?
- Ben çok sık yurtdışına çıkıyorum. Oraya gittiğimizde çok radikal uçların dışında hiç kimse Kürt olduğunu söylemiyor. Hep Türk’üz diyorlar. Bizim genlerimizde var. Bunu bizden söküp alamamışlar. Sadece çok uç taraftaki insanlar var, Kürt olduğunu özellikle vurguluyor. Mesela ben Kuzey Irak’a gidiyorum. Beni tanıştırırlarken “Türk” diyorlar ve ben bundan hiç gocunmuyorum. Benim söylemeye çalıştığım bir kimlik arayışı değil. Bu toprağın insanı olmanın verdiği bir özellik.
- Bir de bu süreçte mutlaka bulunması gerekenler, söz söylemesi gerekenler var, değil mi?
- Bu sürecin, belki en uyumlu ve en iyi şekilde sonuca ulaşılmasının ana etmeni dindar insanlar. Bugüne kadar Güneydoğu’daki din âlimleri ve kanaat önderi dediğimiz insanlar ağızlarını açamıyorlardı. Konuşamıyorlardı; çünkü silahın namlusu onlara da doğrultuluyordu. Prof. Dr. Yasin Aktay, konferanslarının birinde şöyle bir hikâye anlatmıştı: “Birisine demişler gel örgüte katıl. Yok demiş, ben anlamadım. Bak hayvanlarını öldürürüz demişler, yine anlamadım demiş. Hayvanlarını öldürmüşler. Yine gel örgüte katıl demişler, ben anlamadım demekte ısrar etmiş. Bu sefer anneni babanı öldürürüz demişler. Anlamadım demiş. Annesini babasını da öldürmüşler. Yine örgüte katıl demişler. Ben anlamadım demeye devam etmiş. Bu sefer silahı alnına dayamışlar. Bu sefer anladım demiş.” İnsan bu şekilde çok zorlandılar… Toplumda dine karşı müthiş bir saygı var ve artık onlar da konuşmaya başladılar. Artık onlar da biliyorlar ki arkalarında bir devlet var. Eskiden terör örgütü, bölgede devletten güçlüydü. Tamam devletin askeri, polisi gelip devriye geziyordu ama onlar gittikten sonra meydan örgüte kalıyordu. Can korkusundan insanlar pek konuşamıyorlardı. Ben samimiyetle şuna inanıyorum: Hakkari’ye gidin. Hakkari, bu işin en uç noktası. Hakkari’de bile, birebir insanlarla konuştuğunuzda herkesin bu süreci desteklediğini göreceksiniz. Ama 3–5 kişi bir aradayken ses çıkarmıyorlar. İnşallah Başbakan’ımızın sağladığı bu güven ortamı, meyvelerini verecektir. “Siyasi hayatıma mal olsa da bu işi çözeceğim” demesi ve dik durması, bana göre çok etkili oldu.
- Peki, dün halk arasında korku yayanlar bugün boş duracaklar mı?
- Dış güçlerin boş duracaklarına ihtimal vermiyorum. Tabii ki bir insan durup dururken oturup da ben şu ülkeyi karıştırayım derdinde olmaz herhalde. Şöyle düşünün; ortada bir pasta var, hepimizin de karnı aç veya birazdan acıkacağız. Burada 4 kişiyiz ama pasta sadece bir kişiyi doyuruyor. Şimdi insani unsurlarla baktığınız zaman pastayı 4’e böleriz. Tam doyacağımıza 4’te bir doyarız. Hem de sünneti ifa etmiş oluruz. Ama dış güçler böyle bakmaz. Batılı veya kapitalist zihniyetle baktığın zaman o pastanın tümü sana ait olmalıdır. Benim bu pastayı alabilmem için birçok şeyi ortaya koymam lazım. Onun için de elimde bir terör örgütü varsa onu kullanırım. Ama biz dik duruşumuzu koruyabilirsek bunun önüne geçebiliriz. Mesela İsrail’in özür dilemesi, özgürlüklerinden vazgeçmesi gibi bir şey. Yine de gözleri o pastada. Elbette onlar da pastadan pay almak için boş durmayacaklar.
- Çok sık yurtdışına giden biri olarak Türkiye’nin özellikle komşu ülkelerle ilişkileri nasıl, biraz da bundan bahseder misiniz?
- Sıfır problem diye başladı Sayın Davutoğlu. Ama başta ana muhalefet partisi, Suriye’yi öne sürerek sanki hemen savaş kapıdaymış gibi bir hava oluşturmak istiyor. Ben ayda iki kere Bağdat’a gidiyorum. Haftada bir kere en az Kuzey Irak’tayım. Şimdi oraya gittiğiniz zaman hakikaten komşularla ilişkilerimizin sıfır problemli olduğunu görüyorsunuz. Sadece Suriye’yi göstererek dış politika eleştirilemez. Çok ilginçtir. Suriye’deki Emeviye Camii’nde bir cuma namazına gittik. Cami içerisinde vestiyer görevlileri var, bunlar devlet çalışanları… Ayakkabılarınızı alıyorlar ve karşılığında size numara yazılı bir kâğıt veriyorlar. Çıkışta ayakkabınızı alırken de belli bir miktar para alıyorlar. Baktık bir arkadaş bizden önce çıktı, elini cebine attı. Sordum ne oluyor diye, o da bu hizmetin ücretli olduğunu söyledi. Hemen arkamızdan başka bir arkadaşımız geldi ve biz Türk’üz deyince adam parayı geri uzattı. O kadar mutlu oldu ki Türk olduğumuzu duyunca gördüğümüz davranıştan. Ve öyle televizyonda anlatıldığı gibi sürekli orta doğuda silahlar patlamıyor. Bakmayın siz muhalefetin paronayak tavırlarına. Mesela bakın İsveç’te veya İtalya’da televizyonlarda anlatılan Türkiye’ye. Hep silahlar patlıyor, Başbakanlık binasına lav silahıyla saldırılıyor. Bize gösterilen şeylerle hayat çok farklı.
- Bu süreçte samimiyetten söz edebilir miyiz? Veya PKK dinleniyor, gücünü topladıktan sonra tekrar saldırabilir gibi düşünceleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Bundan ziyade şöyle bir görüş var: Buradan ayrıldıktan sonra örgüt mensupları için bir çalışma ortamı oluşturulacak mı? Sonuçta eğer bu sağlanmazsa yaşamını idame ettirmek için örgüt mensubunun o hareketin içine tekrar dönmesi olası bir durum. Ama bununla ilgili öneriler şöyle: Suriye ve İran’a gitsinler. Fakat o bölgelerde daha yoğun bir çalışma içerisine girecekleri yönünde bir komplo teorisi de mevcut. Bu komplo teorisine göre; örgüt mensupları Suriye’deki, İran’daki konumlarını biraz daha güçlendirmek amacıyla tekrar yapılanmaya gidecekler. Ama burada asli unsur şu: Kuzey Irak hükümetinin de bizimle aynı paralellikte düşünmesi. Daha geçtiğimiz gün Neçirvan Barzani buradaydı. Cumhurbaşkanı’nın söylemleri var, silahların bırakılması adına. Onlar da PKK’lıları orada barındırmaktan memnun değiller. Onların da sırtında bir yükler. Bunun için de bizimle bu süreçte aynı paralellikte hareket etmeleri bizim için büyük bir kazanç olacak. Suriye’ye girilebilir mi? Olabilir. Kürtlerin çok dağınık olduğu söyleniyor. Belki onları toparlayıp onları düzeltmek adına kendilerine bir iş çıkartabilirler. Ama elbette bütün komplo teorileri hükümetin, devletin masasındadır.
- Bir işadamı olarak Doğu Anadolu veya Güneydoğu Anadolu bölgelerinde bir yatırım düşünür müsünüz?
- O bölge hakikaten devletin son teşvik sistemiyle yatırımcılar için çok cazip. 6. yatırım bölgesi. Neredeyse sıfır maliyetle yatırımın önü açılıyor. Peki, bu zamana kadar neden yatırım yapılmadı? Bir kere güven sorunu vardı. İnsanların zorla kazandığı, alın teri döktüğü emeklerinin orada heba edilmesinin anlamı yok. Devlet havaalanı yapıyor, örgüt iş makinelerini yakıyor. Öğretmen, doktor gönderiyor öldürüyorsun, kaçırıyorsun. Ben her ne kadar Kürt olsam da Konyalıyım. Konyalı olduğum için bütün düşündüğüm, düşüneceğim yatırımlarımı öncelikli olarak Konya’ya yapmak. Ben Irak’a, Almanya’ya gittiğimde de Konya’ya yatırım yapmaları çağrısında bulunuyorum. Bizim temel yatırım düşüncemiz de öncelikli il Konya’dır. Ben nasıl kendi bölgem için bir aidiyet geliştirmişsem, böyle bir his içindeysem o bölgedeki insanların da bu hisle hareket etmesini isterim. Artık hammaddeye yakınlıktan ziyade pratiklik önem kazandı. Artık büyük balık küçük balığı yutmuyor. Artık hızlı balık hepsini alıp götürüyor. Bölge halkı bunu da düşünmeli. Bir Kürt işadamı olarak Doğu’ya yatırım yapmam gerekirse tabii ki yaparım. Ama Konya’daki yatırımlarımızı öncelikli tutarım.
- Son olarak eklemek istedikleriniz varsa buyurun…
- Aslında sizinle bir mesajı paylaşmam konumuzun pekişmesi yönüyle anlamlı olur diye düşünüyorum. Bir Diyarbakırlı arkadaş, bana mesaj gönderdi. Tüm bu konuşmalarımı destekleyen bir mesaj bu. Şöyle yazıyordu: “Sayın Tahir Abi, Nasılsın? Sıhhat ve afiyette olmanız duasıyla. Diyarbakır hacısını ziyaret etmek için büroyu aradım. Şehir dışından gelmediğinizi söylediler. Gönül insanı Sayın Bakan’ımızın konuşmalarını iki gündür dinliyorum. Sözün bittiği an diyerek gözyaşlarını gönlüne akıtıyorsun. Bir siyasetçi değil, bir münevverin gönlünden gelen sözler sanki. Bizi biz eden, medeniyetlerin izlerini bugüne taşırken, barışa davet eden sözleri ülkemize, Ortadoğu’ya, Kafkaslara, Balkanlara mübarek olsun. Diyarbekir diyarıbarış olsun. Ne bahtiyar ki capcanlı dinlediniz. Bizler de sizlerin izlenimlerinizi Salı günü dinlemek bahtiyarlığına erelim. Salı günü kimseye randevu vermeyin. Selam ve dua ile…” Daha fazla söze gerek var mı? Memleket.com.tr
İLGİLİ HABER: